İlahi adalet bu olsa gerek,Türkiye'nin 50 yıllık hayali gelip bir Romen hayat kadınının iki bacağının arasında düğümlendi!
Görmüşsünüzdür mutlaka,İstanbul'da bir fuhuş operasyonunda yakalanan ve AB üyesi Romanya vatandaşı bir hayat kadını gazeteciler ve polislere "bu kafayla AB'ye zor girersiniz" diye bağırdı.
E kadın haklı ne diyeyim?Sen yıllarca "AB üyeliği ne getirecek" sorusuna tatmin edici bir yanıt bulamaz,sadece "daha çağdaş daha modern olacağız" diye eveleyip gevelersen,senin adına biri cevabı verir,sen de sap gibi kalırsın böyle işte!
Oysa bak nasıl faydaları varmış AB üyeliğinin?Ortalama Türk erkeğinin hayallerini süsleyen, uzun boylu illa ki sarışın Romen kadınlara ulaşmanın yolu AB üyeliğiymiş de yıllardır bizden saklamışlar!Son kamuoyu yoklamalarına göre %40'lar civarına düşen AB desteğini arttırmanın yolu da belli oldu demektir...
Durum böyle olunca AB konusunda çalışmalarda bulunacak ekibimizi de değiştirmemiz gerekecek haliyle.
Öyle değil mi ya?Madem o topluluğa katılmanın yolu bu,var olan uzmanlarla nasıl becereceksin ki?Derhal harekete geçmemiz gerekiyor.Tez elden Nuri Alço başkanlığında yeni bir heyet oluşturup,dişinden tırnağından arttırdığı 100 Doları AB yolunda gözünü kırpmadan harcayabilecek yiğitlerimizi biraraya getirmeliyiz.
Yeter mi peki?
Asla...
Devlet politikamızı da buna göre yeniden şekillendirmek zorundayız.Mesela...
TOBB Başkanı'nın yıllarca uğraşarak belli noktaya getirdiği "işadamlarına yurtdışına çıkışta vize zorunluluğunu kaldırmak üzere yeşil pasaport verilmesi" uygulamasını derhal genişletmeliyiz.İlk aşamada yeşil pasaport verilemeyecek olsa bile,en azından devlet "çoklu giriş" içeren vizeyi kahraman Türk girişimcilerine(!) sağlamalı.Ne de olsa adam çoktan "çoklu girişi" kafaya koymuş durumda,devlet de bil el atsa fena mı olur?
Bir de mutlaka,geçmişten bugüne kadar detaylı bir inceleme yaparak,bu yolculukta rotayı yanlış yönlere çevirenlerden hesap sormalıyız.Ne de olsa evlere şenlik Anayasa değişikliğimizle 12 Eylülcülerden bile hesap sormak mümkün hale geldi,bu iş ondan daha mı az önemli?
Örneğin eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz bir an önce Meclis'te kurulacak bir komisyon tarafından sorgulanmalı.
Hatırlarsınız,kendisi "AB'ye giden yol Diyarbakır'dan geçer" sözüyle bilinir!E be adam,bu nasıl bir öngörü yoksunluğudur,nasıl bir basiretsizliktir ki,sen AB yolunu ta Diyarbakır'a kadar götürdün de,burnunun dibindeki komşunu görmedin?
Evet evet,başımıza ne geliyorsa,devlet yönetiminden anlamayan insanlardan geliyor!
25 Ekim 2010 Pazartesi
31 Ağustos 2010 Salı
Sen gel,sen gel,sıvadan anlıyorsan sen de gel...
Öyle saçma günler yaşıyoruz ki...
Şunun şurasında 15 günden az kaldı referanduma ama hâlâ insanlar ne için oy kullanacaklarını bilmiyor!
Evet iddia ediyorum bilmiyor.
Aylar önce,Meclis'teki Anayasa değişiklik görüşmeleri sırasında toplumda herkes Anayasa uzmanı olmuştu.Sabahlara kadar devam eden görüşmeler üzerine bilen bilmeyen ahkâm kesiyordu ekranlarda.Bu kadar da değil üstelik,sokak röportajları yapılınca görüyorduk ki her ev sessiz sedasız birer Anayasa profesörü yetiştirmiş de haberimiz yok!
Her sokak başında bir Mümtaz Soysal,her alışveriş merkezinde bir Kezban Hatemi var...
Paketin içeriği hakkında öyle atıp tutuyor ki insanlar değme profesörü cebinden çıkartır vallahi...
Ama asıl sıkıntılı grup "tatlı su önderleri"
"Efendim,ben 12 Eylül'cülerle hesaplaşmak için evet diyeceğim,yıllardır bugünü bekledim" Sanırsın ki o sıkıntılı günlerde,250 bin insan bir gecede gözaltına alınıp kıçlarına cop sokulurken ortalığı birbirine katmış arkadaş...O garibanlar elektrik altında bağıra çağıra işkence görürken kendisi de ses çıkartmış...
Nerdeee?
Hele uyduruk filmlerini "toplumsal içerikli"diye millete ittirip "toplumcu" olan bazıları yıllar sonra "kır şişeyi dön köşeyi" hesabından zenginleşince bir anda demokrat oluvermediler mi,en çok o dokunuyor kanıma...
12 Eylül'cülerle hesaplaşacakmış...Pabucumun demokratı!
Aslında şaşırmamak gerek,bu insanlara sanatçı diyen hatta abartıp "usta" sıfatını yakıştıran bizlerde kabahat.Toplum ne olduğunu,nereden geldiğini şaşırınca böyle olması kaçınılmaz çünkü...
Dün Müjdat Gezen'i izledim bir programda,kendisine sorulan "paketin içinde sizi en rahatsız eden nedir" sorusuna öyle bir yanıt verdi ki,hani yakınımda olsa atlayıp yanaklarından şapır şupur öpecektim."Beni ilgilendiren paketin içi dışı değil,ben bu toplumun yani bu geminin nereye gittiğiyle ilgileniyorum ve görüyorum ki bu gidiş gidiş değil!Biz hepten faşist bir yönetime sürükleniyoruz.O yüzden (hayır) diyeceğim ben bu referandumda.Çünkü 12 Eylül berbattı,benim ayağıma kitap yazdım diye zincir vurdular ama bu sivil 12 Eylül daha da berbat"
Yıllar önce kendisiyle yaptığım bir röportajda zamanın Futbol Milli Takımı Teknik Direktörü Mustafa Denizli ilginç birşey anlatmıştı.Mustafa hoca geceleri kamptan döndükten sonra evine hemen giremezmiş.Önce arabasının farlarını kapatır apartmanı kolaçan edermiş uzaktan. Korktuğu da apartmanın kapıcısı...
Çünkü bu arkadaş tadını o kadar kaçırmış ki işin,artık takım için tavsiyede bulunmayı falan geçmiş,ufak kağıtlara kadro yapıp-hem de alternatifli- her gelişinde eline tutuşturuveriyormuş hocanın.Bunu anlattıktan sonra da demişti ki Denizli "anladım ki bu ülkede siyasetle futboldan anlamayan kimse yok"
Hâl böyle olunca ne söylesek boş,zaten söylenmesi gerekeni de yıllar önce atalar söylemiş:
Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz!
Şunun şurasında 15 günden az kaldı referanduma ama hâlâ insanlar ne için oy kullanacaklarını bilmiyor!
Evet iddia ediyorum bilmiyor.
Aylar önce,Meclis'teki Anayasa değişiklik görüşmeleri sırasında toplumda herkes Anayasa uzmanı olmuştu.Sabahlara kadar devam eden görüşmeler üzerine bilen bilmeyen ahkâm kesiyordu ekranlarda.Bu kadar da değil üstelik,sokak röportajları yapılınca görüyorduk ki her ev sessiz sedasız birer Anayasa profesörü yetiştirmiş de haberimiz yok!
Her sokak başında bir Mümtaz Soysal,her alışveriş merkezinde bir Kezban Hatemi var...
Paketin içeriği hakkında öyle atıp tutuyor ki insanlar değme profesörü cebinden çıkartır vallahi...
Ama asıl sıkıntılı grup "tatlı su önderleri"
"Efendim,ben 12 Eylül'cülerle hesaplaşmak için evet diyeceğim,yıllardır bugünü bekledim" Sanırsın ki o sıkıntılı günlerde,250 bin insan bir gecede gözaltına alınıp kıçlarına cop sokulurken ortalığı birbirine katmış arkadaş...O garibanlar elektrik altında bağıra çağıra işkence görürken kendisi de ses çıkartmış...
Nerdeee?
Hele uyduruk filmlerini "toplumsal içerikli"diye millete ittirip "toplumcu" olan bazıları yıllar sonra "kır şişeyi dön köşeyi" hesabından zenginleşince bir anda demokrat oluvermediler mi,en çok o dokunuyor kanıma...
12 Eylül'cülerle hesaplaşacakmış...Pabucumun demokratı!
Aslında şaşırmamak gerek,bu insanlara sanatçı diyen hatta abartıp "usta" sıfatını yakıştıran bizlerde kabahat.Toplum ne olduğunu,nereden geldiğini şaşırınca böyle olması kaçınılmaz çünkü...
Dün Müjdat Gezen'i izledim bir programda,kendisine sorulan "paketin içinde sizi en rahatsız eden nedir" sorusuna öyle bir yanıt verdi ki,hani yakınımda olsa atlayıp yanaklarından şapır şupur öpecektim."Beni ilgilendiren paketin içi dışı değil,ben bu toplumun yani bu geminin nereye gittiğiyle ilgileniyorum ve görüyorum ki bu gidiş gidiş değil!Biz hepten faşist bir yönetime sürükleniyoruz.O yüzden (hayır) diyeceğim ben bu referandumda.Çünkü 12 Eylül berbattı,benim ayağıma kitap yazdım diye zincir vurdular ama bu sivil 12 Eylül daha da berbat"
Yıllar önce kendisiyle yaptığım bir röportajda zamanın Futbol Milli Takımı Teknik Direktörü Mustafa Denizli ilginç birşey anlatmıştı.Mustafa hoca geceleri kamptan döndükten sonra evine hemen giremezmiş.Önce arabasının farlarını kapatır apartmanı kolaçan edermiş uzaktan. Korktuğu da apartmanın kapıcısı...
Çünkü bu arkadaş tadını o kadar kaçırmış ki işin,artık takım için tavsiyede bulunmayı falan geçmiş,ufak kağıtlara kadro yapıp-hem de alternatifli- her gelişinde eline tutuşturuveriyormuş hocanın.Bunu anlattıktan sonra da demişti ki Denizli "anladım ki bu ülkede siyasetle futboldan anlamayan kimse yok"
Hâl böyle olunca ne söylesek boş,zaten söylenmesi gerekeni de yıllar önce atalar söylemiş:
Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz!
9 Ağustos 2010 Pazartesi
Şiş yok mu şiiiiş?
Yaz günü kol kırığı hakikaten çekilir dert değilmiş...
Bütün dünyayı kavuran sıcaklar yetmez gibi bir de önce dirseğe kadar pamuk,üzerine alçıya batırılmış sargı bezi dolanınca,insan kendinden geçiyor.Kendimi sık sık koluma küfrederken buluyorum,sanki zavallı kendi kendine kırılmış gibi...
Ama faydalı keşiflere de yol açmıyor değil bu durum.Yok yok,sakın ''engelli insanların neler hissettiğini anladım,artık onlara karşı daha anlayışlı davranacağım'' gibi geyiklere gireceğimi düşünmeyin.Bunu anlamak için kolunu bacağını kırması gerekenlerden değilim çok şükür...
Benimkiler daha şahsi keşifler...
Mesela 40'ımdan sonra el-bacak koordinasyonunun önemini anladım.Tek elle birşey yapmak pek mümkün olmadığı için şişe açmak,lap-top'un kapağını kaldırmak gibi işlerde artık en büyük yardımcım bacaklarım.
Da...
Yine de çok abartmamak gerekiyor sanırım.İmkan varsa yakındaki birilerinden yardım almak en iyisi.
Sıcaklara bağlı olarak artan su tüketimi nedeniyle evimize su getiren Hasan'la daha sık görüşür olduk bu aralar.Neredeyse iki günde bir kapıda,elindeki damacanasıyla...Bu öğleden sonra da geldi.Suyu bırakırken kaçınılmaz olarak kırık üzerine uzunca bir sohbet yaptık,daha doğrusu Hasan'ın bu konuda hazırladığı ve dağarcığında ''ihtiyaç halinde kullan'' etiketiyle sakladığı monologda konuk oyuncu olarak yer aldım...
''Bak abi bi kere mutlaka kelleye paçaya yumulacaksın.Sakadat şart!Sonra elini mutlaka boynuna kadar yüksekte tutacaksın.Bir de arada çiğnenmiş ekmek koy üzerine''
Ben daha ''oğlum alçının üzerinden ne işe yarayacak çiğnenmiş ekmek'' diye soramadan, ''dur ya,onu kırılır kırılmaz yapacaktın,geçti artık'' deyiverdi.Hasan'a sakadatı sevdiğimi ama kolestrol yüzünden çok yiyemediğimi ve elimi boynuma kadar yüksek bir yerde tutup kafadanbacaklı gibi gezemeyeceğimi ise hiç anlatamadım.Bizimki uzattığım paranın üzerini vermek için aranırken birden demir paraları koyduğu cüzdanı,boş damacanalarla birlikte asansörde unuttuğunu hatırladı ve fırladı...
Kendi kendime bir yandan ''ortopedist su dağıtımcısı'' Hasan'a gülerken,bir yandan da kapağındaki naylonu sökmek için damacanayı bacaklarımın arasına sıkıştırdım.Uzunca bir uğraştan sonra kopartabildim alçak naylonu.Ama sıradaki işlem daha da zordu,bu kez naylon kapak kopartılmak üzere beni bekliyordu...
Kapağın yanındaki halka çekerken elimde kaldı ama artık izzet-i nefis mücadelesine dönen bu savaşta geri çekilmek yoktu.Yırtılan yeri sağlam elimle yakalayıp naylonu yırtmak için çekiştirmeye başladım.Aşşağılık kapak sanki ''sakatsın işte,direnme,kabul et, nıaaaaahhhhahhhhaaa''diye Erol Taş kahkahaları atarken iyice kendimi kaybettim ve dizlerimin arasındaki damacanaya eğilip,hırsla ileri geri sallamaya giriştim...
Mücadele ne kadar sürdü bilmiyorum ama Hasan'ın ''abi'' diyen sesiyle dönüp arkama baktığımda,yan komşumuzun eşiyle birlikte beni izliyorlardı.Arkadan gördükleri manzaranın,damacananın üzerine abanmış,kan-ter içinde ileri geri hareket eden yarı çıplak bir adam olduğunu söylersem sanırım ortamdaki dehşeti anlatmaya yeter!
Kolumun kırıldığına mı,acayip ağrıdığına mı yoksa apartmanda artık ''damacanayla ilişkiye girmeye çalışan sapık'' gibi görüleceğime mi yanayım bilmiyorum.
Tek bildiğim alçının altındaki iğrenç kaşıntının yine başladığı...
Bütün dünyayı kavuran sıcaklar yetmez gibi bir de önce dirseğe kadar pamuk,üzerine alçıya batırılmış sargı bezi dolanınca,insan kendinden geçiyor.Kendimi sık sık koluma küfrederken buluyorum,sanki zavallı kendi kendine kırılmış gibi...
Ama faydalı keşiflere de yol açmıyor değil bu durum.Yok yok,sakın ''engelli insanların neler hissettiğini anladım,artık onlara karşı daha anlayışlı davranacağım'' gibi geyiklere gireceğimi düşünmeyin.Bunu anlamak için kolunu bacağını kırması gerekenlerden değilim çok şükür...
Benimkiler daha şahsi keşifler...
Mesela 40'ımdan sonra el-bacak koordinasyonunun önemini anladım.Tek elle birşey yapmak pek mümkün olmadığı için şişe açmak,lap-top'un kapağını kaldırmak gibi işlerde artık en büyük yardımcım bacaklarım.
Da...
Yine de çok abartmamak gerekiyor sanırım.İmkan varsa yakındaki birilerinden yardım almak en iyisi.
Sıcaklara bağlı olarak artan su tüketimi nedeniyle evimize su getiren Hasan'la daha sık görüşür olduk bu aralar.Neredeyse iki günde bir kapıda,elindeki damacanasıyla...Bu öğleden sonra da geldi.Suyu bırakırken kaçınılmaz olarak kırık üzerine uzunca bir sohbet yaptık,daha doğrusu Hasan'ın bu konuda hazırladığı ve dağarcığında ''ihtiyaç halinde kullan'' etiketiyle sakladığı monologda konuk oyuncu olarak yer aldım...
''Bak abi bi kere mutlaka kelleye paçaya yumulacaksın.Sakadat şart!Sonra elini mutlaka boynuna kadar yüksekte tutacaksın.Bir de arada çiğnenmiş ekmek koy üzerine''
Ben daha ''oğlum alçının üzerinden ne işe yarayacak çiğnenmiş ekmek'' diye soramadan, ''dur ya,onu kırılır kırılmaz yapacaktın,geçti artık'' deyiverdi.Hasan'a sakadatı sevdiğimi ama kolestrol yüzünden çok yiyemediğimi ve elimi boynuma kadar yüksek bir yerde tutup kafadanbacaklı gibi gezemeyeceğimi ise hiç anlatamadım.Bizimki uzattığım paranın üzerini vermek için aranırken birden demir paraları koyduğu cüzdanı,boş damacanalarla birlikte asansörde unuttuğunu hatırladı ve fırladı...
Kendi kendime bir yandan ''ortopedist su dağıtımcısı'' Hasan'a gülerken,bir yandan da kapağındaki naylonu sökmek için damacanayı bacaklarımın arasına sıkıştırdım.Uzunca bir uğraştan sonra kopartabildim alçak naylonu.Ama sıradaki işlem daha da zordu,bu kez naylon kapak kopartılmak üzere beni bekliyordu...
Kapağın yanındaki halka çekerken elimde kaldı ama artık izzet-i nefis mücadelesine dönen bu savaşta geri çekilmek yoktu.Yırtılan yeri sağlam elimle yakalayıp naylonu yırtmak için çekiştirmeye başladım.Aşşağılık kapak sanki ''sakatsın işte,direnme,kabul et, nıaaaaahhhhahhhhaaa''diye Erol Taş kahkahaları atarken iyice kendimi kaybettim ve dizlerimin arasındaki damacanaya eğilip,hırsla ileri geri sallamaya giriştim...
Mücadele ne kadar sürdü bilmiyorum ama Hasan'ın ''abi'' diyen sesiyle dönüp arkama baktığımda,yan komşumuzun eşiyle birlikte beni izliyorlardı.Arkadan gördükleri manzaranın,damacananın üzerine abanmış,kan-ter içinde ileri geri hareket eden yarı çıplak bir adam olduğunu söylersem sanırım ortamdaki dehşeti anlatmaya yeter!
Kolumun kırıldığına mı,acayip ağrıdığına mı yoksa apartmanda artık ''damacanayla ilişkiye girmeye çalışan sapık'' gibi görüleceğime mi yanayım bilmiyorum.
Tek bildiğim alçının altındaki iğrenç kaşıntının yine başladığı...
10 Temmuz 2010 Cumartesi
Ayrılık bile sevdaya dahil,Ahmet değil!
Gazetecinin tatilinden ne olacak ki?
Bu kadar işte,4 gün,eline de çok yüzüne de...
Ama...
Mesleki deformasyon sonucu 4 günde epeyce gözlem yaptım istemeden...
Güney,Rus kaynıyor,bu kesin.
De...
Türklerin Ruslara yönelik tavırları çok komik,hele Türk kadınlarının.Benim de birinci elden-sevgili eşim sayesinde- gözlem yapma şansım oldu.
Allah var,Türk kadınları Rus kızlarının güzelliğinin hakkını veriyor,inkar yok!Ancak,arkasından karımın "yaşlanınca çok çirkinleşiyorlar" sözü gelince bir anda kendimi Ali Tezel'le evli gibi hissettim.Sana ne yahu?Sanırsın ki Rus teyzenin SSK primini bizimki yatırıyor,kadının yaşlılığını anlatmaya başladı bir anda...
Haaa....
Doğruya doğru...
Otel içinde bikiniyle gezen teyzenin,en az 1000 yaşında olduğu,muhtemelen 1958'de KGB'den yaş haddi nedeniyle emeklilik hakkı kazandığı,hatta daha sonra öldüğü,kurum bahçesinde kendisi için bir tören düzenlendiği ama saygıdan dolayı defin işleminin ertelendiği daha ilk bakışta anlaşılıyor...
Bu arada "bikini" dediysem lafın gelişi...
Yoksa,üzerindeki "şey" dikim amacından çooook uzakta.
Bir defa bikini dediğim şeyin alt parçası,üstünde yer alan ve geçen yüzyılın ilk yarısında "göğüs" olduğu belli olan şeylerin altında kaldığından görünmüyor,dolayısıyla biz "tek parça" olarak düşünebiliriz...
Sonra üstteki parça da sürekli olarak "ben bunun için dikilmedim ki,vinç dediğin çelikten yapılır" diye bağırıyor.
Neyse canım,bize ne?
Ben zaten tatil boyunca,"tatildeki Türk'ü Rus'tan ayıran nedir"sorusunun yanıtını aradım.
Ciddi farklar var aslında ilk bakışta ortaya dökülen.
Ancak en ciddi fark,bizimkilerin toplu hareketten hoşlanması...Rusların hepsi tatili bireysel dinlenme anlamında alırken bizim Türklerde sanırım 82 Anayasası'ndan kaynaklanan "hak yoktur ödev vardır,o nedenle dinleneceksem bile birşeyler yaparak faydalı olmalıyım" öğretisi hakim...
Çok açık olmadı değil mi?
Bir örnekle açıklayayım o zaman(Türk'üm ben,bunu da yapamazsam cümle içinde kullanırım)
Şöyle ki...
Gittiğimiz her yerde yan yana düştüğümüz -ki bu ilâhi bir kurgu mudur,tasadüf mü anlamadım- bir ailenin reisi-elbette evin annesinden bahsediyorum-sürekli olarak "Ahmet şunu alalım,Ahmet bunun resmini çekelim,Ahmet sırtımıza yağ sürelim,Ahmet kızlara yiyecek bir şeyler alalım"deyip durdu.Burada adı geçen Ahmet'in yasal kurguda evin reisi olduğunu ama pratikte görevinin "ofisboyluktan" öteye geçmediğini,cümlelerde kullanılan çoğul durumun aslında "eşşek değilsin herhalde sen yapacaksın,hala mal gibi oturuyorsun" anlamına geldiğini sanırım açıklamaya gerek yoktur!
Bütün bir yılın,hatta yılların yorgunluğu yüzünden okunan Ahmet Bey'in de cümlelerden doğru anlamı rahatça çıkartarak,talimatları yerine getirdiğini hatta eşini memnun etmek için eklemeler yaptığını da belirtmeliyim.Örneğin "Ahmet bu akşam biraz serin mi ne?Üşümeyelim" sözü üzerine hızla harekete geçen Ahmet'in,kızlarına ve sebeb-i hilkâti Kösem Sultan'a göz açıp kapatana kadar üç adet şal bulduğunu görünce aptallaştım...
Üstelik bu kadar da değildi...
Belindeki (80'lerin en iğrenç icatlarından) free-bag'ini sallayarak gelen Ahmet şalların dışında bir bardak da çay taşıyordu elinde.Tabii ki ödülünü aldı bu ince davranışın.Kösem Sultan "Ahmeeet, kalbimi okudun vallahi"deyince bizim Ahmet,zafer kazanmış Napolyon edasına bürünüverdi...
Bu arada free-bag demişken...
"Herşey dahil" sistemli tatile gelen Ahmet neden belinde o abuk çantayla dolaşıyor bir türlü anlamadım.Öyle ya,zaten herşeyin parasını ödemişsin peşinen, neye ihtiyacın olabilir ki?
Bilmiyorum ama galiba tatile herşey dahildi de Ahmet herşeye dahil değildi.Bu yüzden de her an "biz" için "ben" olarak çaba göstermek zorunda olan Ahmet,tramvay biletçisi gibi gezdi durdu günlerce...
Amaaaan,öyle ya da böyle...
4 gün de olsa iyi geldi vallahi...
Bu kadar işte,4 gün,eline de çok yüzüne de...
Ama...
Mesleki deformasyon sonucu 4 günde epeyce gözlem yaptım istemeden...
Güney,Rus kaynıyor,bu kesin.
De...
Türklerin Ruslara yönelik tavırları çok komik,hele Türk kadınlarının.Benim de birinci elden-sevgili eşim sayesinde- gözlem yapma şansım oldu.
Allah var,Türk kadınları Rus kızlarının güzelliğinin hakkını veriyor,inkar yok!Ancak,arkasından karımın "yaşlanınca çok çirkinleşiyorlar" sözü gelince bir anda kendimi Ali Tezel'le evli gibi hissettim.Sana ne yahu?Sanırsın ki Rus teyzenin SSK primini bizimki yatırıyor,kadının yaşlılığını anlatmaya başladı bir anda...
Haaa....
Doğruya doğru...
Otel içinde bikiniyle gezen teyzenin,en az 1000 yaşında olduğu,muhtemelen 1958'de KGB'den yaş haddi nedeniyle emeklilik hakkı kazandığı,hatta daha sonra öldüğü,kurum bahçesinde kendisi için bir tören düzenlendiği ama saygıdan dolayı defin işleminin ertelendiği daha ilk bakışta anlaşılıyor...
Bu arada "bikini" dediysem lafın gelişi...
Yoksa,üzerindeki "şey" dikim amacından çooook uzakta.
Bir defa bikini dediğim şeyin alt parçası,üstünde yer alan ve geçen yüzyılın ilk yarısında "göğüs" olduğu belli olan şeylerin altında kaldığından görünmüyor,dolayısıyla biz "tek parça" olarak düşünebiliriz...
Sonra üstteki parça da sürekli olarak "ben bunun için dikilmedim ki,vinç dediğin çelikten yapılır" diye bağırıyor.
Neyse canım,bize ne?
Ben zaten tatil boyunca,"tatildeki Türk'ü Rus'tan ayıran nedir"sorusunun yanıtını aradım.
Ciddi farklar var aslında ilk bakışta ortaya dökülen.
Ancak en ciddi fark,bizimkilerin toplu hareketten hoşlanması...Rusların hepsi tatili bireysel dinlenme anlamında alırken bizim Türklerde sanırım 82 Anayasası'ndan kaynaklanan "hak yoktur ödev vardır,o nedenle dinleneceksem bile birşeyler yaparak faydalı olmalıyım" öğretisi hakim...
Çok açık olmadı değil mi?
Bir örnekle açıklayayım o zaman(Türk'üm ben,bunu da yapamazsam cümle içinde kullanırım)
Şöyle ki...
Gittiğimiz her yerde yan yana düştüğümüz -ki bu ilâhi bir kurgu mudur,tasadüf mü anlamadım- bir ailenin reisi-elbette evin annesinden bahsediyorum-sürekli olarak "Ahmet şunu alalım,Ahmet bunun resmini çekelim,Ahmet sırtımıza yağ sürelim,Ahmet kızlara yiyecek bir şeyler alalım"deyip durdu.Burada adı geçen Ahmet'in yasal kurguda evin reisi olduğunu ama pratikte görevinin "ofisboyluktan" öteye geçmediğini,cümlelerde kullanılan çoğul durumun aslında "eşşek değilsin herhalde sen yapacaksın,hala mal gibi oturuyorsun" anlamına geldiğini sanırım açıklamaya gerek yoktur!
Bütün bir yılın,hatta yılların yorgunluğu yüzünden okunan Ahmet Bey'in de cümlelerden doğru anlamı rahatça çıkartarak,talimatları yerine getirdiğini hatta eşini memnun etmek için eklemeler yaptığını da belirtmeliyim.Örneğin "Ahmet bu akşam biraz serin mi ne?Üşümeyelim" sözü üzerine hızla harekete geçen Ahmet'in,kızlarına ve sebeb-i hilkâti Kösem Sultan'a göz açıp kapatana kadar üç adet şal bulduğunu görünce aptallaştım...
Üstelik bu kadar da değildi...
Belindeki (80'lerin en iğrenç icatlarından) free-bag'ini sallayarak gelen Ahmet şalların dışında bir bardak da çay taşıyordu elinde.Tabii ki ödülünü aldı bu ince davranışın.Kösem Sultan "Ahmeeet, kalbimi okudun vallahi"deyince bizim Ahmet,zafer kazanmış Napolyon edasına bürünüverdi...
Bu arada free-bag demişken...
"Herşey dahil" sistemli tatile gelen Ahmet neden belinde o abuk çantayla dolaşıyor bir türlü anlamadım.Öyle ya,zaten herşeyin parasını ödemişsin peşinen, neye ihtiyacın olabilir ki?
Bilmiyorum ama galiba tatile herşey dahildi de Ahmet herşeye dahil değildi.Bu yüzden de her an "biz" için "ben" olarak çaba göstermek zorunda olan Ahmet,tramvay biletçisi gibi gezdi durdu günlerce...
Amaaaan,öyle ya da böyle...
4 gün de olsa iyi geldi vallahi...
30 Haziran 2010 Çarşamba
Ankaralı İmam,Rasputin'e karşı***
Zaman zaman gündeme gelir,büyük fırtına kopartır:
4 kadın almak caiz mi değil mi?
Bir tanesiyle uğraşmak yeterince zorken,bunu akıldan bile geçirmek caiz değildir bence...
Ama...
Bu sabah Milliyet gazetesinde yer alan bir haber,bunu düşünmek yerine hayata geçirmek yolunda adım atıldığını gösteriyor.Hem de adımı atan bir din adamı.
Okuyalım:
"Ankara'nın Mamak semtinde bir mescidin imamı olan R.A(37)-bu parantezin de ayrıca hastasıyım,sanki herifin yaşını öğrenip GBT yapacağız-uzun süredir birlikte olduğu Rus sevgilisi E.G(43)'yi-bu ablanın GBT'si için KGB'den yardım isteyeceğiz artık- cinsel içerikli görüntülerini internetten yayınlamakla tehdit ettiği ve zorla 150 bin liralık senet imzalattığı için tutuklandı. E.G'yi kendisinin Ergenekon terör örgütü lideri olduğunu söyleyerek korkuttuğu öğrenilen imamın,ayrıca bir Türk sevgilisi olduğu ve hal-i hazırda evliliğinin de sürdüğü belirtildi"
Şimdiiii...
Haberden anlaşıldığı kadarıyla imam birader 3'ü bulmuş;2 Türk 1 Rus.
Gözümüz yok-bakınız yazının başı- Allah daha çok versin de,benim takıldığım nokta adamın bu kadar farklı kadını ikna etmek için nasıl bir yöntem kullandığı.
Doğru ya...
"Dinle"korkuttu desen,hadi 2 Türk kadını anladık da,Rus teyze-ki muhtemelen Ortodoks'tur- nasıl razı oldu?Acaba bizim imam "bende Rasputin'in ruhu var,inanmıyorsan dene gör"mü dedi?
"İmam,yatakta sınır tanımıyor,iman gücüyle rekorları zorluyor"desen,hayatını dine adamış olduğunu ön kabul olarak aldığımız bir adamın,bu faaliyetlerini "yasal çerçevede"yapması,"kaçak kesimden" uzak durması gerekmez mi?Yani namını bu kadar yürütecek,moda deyimle PR yapacak fırsat ve zamanı nasıl buldu?
Anlamak mümkün değil!
Neyse olan olmuş artık...
Zaten ne demiş atalar?"Hocanın dediğini yap,YAPTIĞINI YAPMA"
O zaman şöyle yapacak Mamak halkı,Cuma'yı kılacak,Hutbe'yi dinleyip,acilen kaçacak mescitten...Malum hocamın PR çalışması başlayacak,engel olmamak lazım!
Din bezirganları her zaman vardı,bundan sonra da var olacak.Her topluluktan alim de çıkacak zalim de.Gazetecinin,doktorun,siyasetçinin nasıl sahtekarı oluyorsa,imamın da olacak elbet!
Ancak,o arkadaşların sahtekarları daha çok zarar verecek topluma çünkü dedikleriyle yaptıkları birbirini tutmayınca,yeni sahtekarlar ortaya çıkacak.
Neden bilmiyorum,haberi okur okumaz aklıma Rifat Börekçi geldi.
Bilir misiniz,Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp,bu ülkeyi kurabildiyse Atatürk,Rifat Hoca'nın katkısıyladır!
Damat Ferit'in Şeyh-ül İslam Dürrizade'ye yazdırdığı ve "Kuvva-i Milliyeci'leri öldürmenin dinen caiz ve vazife" olduğu yönündeki fetvaya karşı "Ankara Fetvası" olarak bilinen ve özetle "hadi len,asıl vatanına sahip çıkmak vazifedir" şeklinde özetlenebilecek fetvayı yayınlayan,bu nedenle de hakkında İstanbul Hükümeti'nin ölüm kararı verdiği,elleri öpülesi Ankara Müftüsü'dür kendisi.
Yani o olmasa,Anadolu'nun herhangi bir yerinde,"hocadan talimat aldım"diyen meczubun biri, Büyük Önder'i sırtından bıçaklayabilirdi...
Ayrıca Rifat Hoca bununla da kalmamış, Sivas Kongresi ile Milli Mücadele'ye katılmış.ardından da Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Diyanet İşleri Başkanı olmuştur.
Böyledir ama hayat,biri yapar biri bozar!
Kötü olmazsa iyinin kıymeti nasıl anlaşılacak?
Yine de ben derim ki,atalar bu konuda doğru söylemiş,hocanın dediğini yapın,yaptığına çok takılmayın...
Meşhur fıkradır...
Anadolu'nun küçük bir köyüne gelen imam köylüyü bir korkutmuş sormayın.
"Zina ederseniz,dereler taşar,deprem olur,toprak yarılır,hepiniz ölürsünüz"
Köylü it gibi tırsmış,kaçak kesimden el çekmiş.
Lakin ciddi bir sorun varmış ortada,bizim imam cemaatten çok güzel bir genç kızı gözüne kestirmiş,"nasıl atarım yatağa" hesabı yapıyormuş...
Gel zaman git zaman,bizimki(haberdeki hoca gibi) ne yapmış etmiş kızı kandırmış...
Bunlar halvet olduktan sonra,kız çekingen gözlerle bakarak hocaya sormuş:
"Hocam,siz dediniz ki zina ederseniz,deprem olur,sel olur.Hani?Hiçbirşey olmadı"
Bizim hoca gevrek gevrek gülümsemiş:
"Yok be ceylanım"demiş."O işi bilmeyenler için,erbabı yaparsa yorgan bile titremez"
***İmam haberi üzerine yazmamı öneren sevgili ağabeyime ithaf olunur...
4 kadın almak caiz mi değil mi?
Bir tanesiyle uğraşmak yeterince zorken,bunu akıldan bile geçirmek caiz değildir bence...
Ama...
Bu sabah Milliyet gazetesinde yer alan bir haber,bunu düşünmek yerine hayata geçirmek yolunda adım atıldığını gösteriyor.Hem de adımı atan bir din adamı.
Okuyalım:
"Ankara'nın Mamak semtinde bir mescidin imamı olan R.A(37)-bu parantezin de ayrıca hastasıyım,sanki herifin yaşını öğrenip GBT yapacağız-uzun süredir birlikte olduğu Rus sevgilisi E.G(43)'yi-bu ablanın GBT'si için KGB'den yardım isteyeceğiz artık- cinsel içerikli görüntülerini internetten yayınlamakla tehdit ettiği ve zorla 150 bin liralık senet imzalattığı için tutuklandı. E.G'yi kendisinin Ergenekon terör örgütü lideri olduğunu söyleyerek korkuttuğu öğrenilen imamın,ayrıca bir Türk sevgilisi olduğu ve hal-i hazırda evliliğinin de sürdüğü belirtildi"
Şimdiiii...
Haberden anlaşıldığı kadarıyla imam birader 3'ü bulmuş;2 Türk 1 Rus.
Gözümüz yok-bakınız yazının başı- Allah daha çok versin de,benim takıldığım nokta adamın bu kadar farklı kadını ikna etmek için nasıl bir yöntem kullandığı.
Doğru ya...
"Dinle"korkuttu desen,hadi 2 Türk kadını anladık da,Rus teyze-ki muhtemelen Ortodoks'tur- nasıl razı oldu?Acaba bizim imam "bende Rasputin'in ruhu var,inanmıyorsan dene gör"mü dedi?
"İmam,yatakta sınır tanımıyor,iman gücüyle rekorları zorluyor"desen,hayatını dine adamış olduğunu ön kabul olarak aldığımız bir adamın,bu faaliyetlerini "yasal çerçevede"yapması,"kaçak kesimden" uzak durması gerekmez mi?Yani namını bu kadar yürütecek,moda deyimle PR yapacak fırsat ve zamanı nasıl buldu?
Anlamak mümkün değil!
Neyse olan olmuş artık...
Zaten ne demiş atalar?"Hocanın dediğini yap,YAPTIĞINI YAPMA"
O zaman şöyle yapacak Mamak halkı,Cuma'yı kılacak,Hutbe'yi dinleyip,acilen kaçacak mescitten...Malum hocamın PR çalışması başlayacak,engel olmamak lazım!
Din bezirganları her zaman vardı,bundan sonra da var olacak.Her topluluktan alim de çıkacak zalim de.Gazetecinin,doktorun,siyasetçinin nasıl sahtekarı oluyorsa,imamın da olacak elbet!
Ancak,o arkadaşların sahtekarları daha çok zarar verecek topluma çünkü dedikleriyle yaptıkları birbirini tutmayınca,yeni sahtekarlar ortaya çıkacak.
Neden bilmiyorum,haberi okur okumaz aklıma Rifat Börekçi geldi.
Bilir misiniz,Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp,bu ülkeyi kurabildiyse Atatürk,Rifat Hoca'nın katkısıyladır!
Damat Ferit'in Şeyh-ül İslam Dürrizade'ye yazdırdığı ve "Kuvva-i Milliyeci'leri öldürmenin dinen caiz ve vazife" olduğu yönündeki fetvaya karşı "Ankara Fetvası" olarak bilinen ve özetle "hadi len,asıl vatanına sahip çıkmak vazifedir" şeklinde özetlenebilecek fetvayı yayınlayan,bu nedenle de hakkında İstanbul Hükümeti'nin ölüm kararı verdiği,elleri öpülesi Ankara Müftüsü'dür kendisi.
Yani o olmasa,Anadolu'nun herhangi bir yerinde,"hocadan talimat aldım"diyen meczubun biri, Büyük Önder'i sırtından bıçaklayabilirdi...
Ayrıca Rifat Hoca bununla da kalmamış, Sivas Kongresi ile Milli Mücadele'ye katılmış.ardından da Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Diyanet İşleri Başkanı olmuştur.
Böyledir ama hayat,biri yapar biri bozar!
Kötü olmazsa iyinin kıymeti nasıl anlaşılacak?
Yine de ben derim ki,atalar bu konuda doğru söylemiş,hocanın dediğini yapın,yaptığına çok takılmayın...
Meşhur fıkradır...
Anadolu'nun küçük bir köyüne gelen imam köylüyü bir korkutmuş sormayın.
"Zina ederseniz,dereler taşar,deprem olur,toprak yarılır,hepiniz ölürsünüz"
Köylü it gibi tırsmış,kaçak kesimden el çekmiş.
Lakin ciddi bir sorun varmış ortada,bizim imam cemaatten çok güzel bir genç kızı gözüne kestirmiş,"nasıl atarım yatağa" hesabı yapıyormuş...
Gel zaman git zaman,bizimki(haberdeki hoca gibi) ne yapmış etmiş kızı kandırmış...
Bunlar halvet olduktan sonra,kız çekingen gözlerle bakarak hocaya sormuş:
"Hocam,siz dediniz ki zina ederseniz,deprem olur,sel olur.Hani?Hiçbirşey olmadı"
Bizim hoca gevrek gevrek gülümsemiş:
"Yok be ceylanım"demiş."O işi bilmeyenler için,erbabı yaparsa yorgan bile titremez"
***İmam haberi üzerine yazmamı öneren sevgili ağabeyime ithaf olunur...
29 Haziran 2010 Salı
HOPPALA PAŞAM MALKARA KEŞAN!
Başbakanı izledim az önce,grup toplantısında.
Kendince hem haftalık gündemi,hem de bundan sonrasını yorumlamaya çalıştı.Yine siyasi rakiplere salvolar,yine kendi tabanını "bütün" tutma ve sıklaştırma çabası...
Diğer liderlerden bir farkı yok bu yönüyle.Hepsinde aynı telaş var çünkü.
Ama dikkatimi çok çeken birşey vardı konuşmasında,bir söz kullandı Başbakan "elinde çekiç olanlar herkesi çivi gibi görür"dedi.
?
?
Doğrusunu isterseniz dikkat çekici bir çıkıştı,çünkü Başbakanın(8yıl kendisini izlemiş bir gazeteci olarak rahatlıkla söyleyebilirim) Batı dünyasının düşünürlerinden alıntı yapması pek alışkın olduğumuz birşey değil.Oysa bu söz,sevgili dostumuz Googlehan'a sorulduğunda da görülebileceği gibi Harvard Üniversitesi'nin Rektörlüğü'nü de yapmış olan ABD'li bilim adamı James Bryant Conant'a ait.Daha da önemlisi aslı "elinde çekiç olan HERŞEYİ çivi gibi görür"
İyi de nereden çıktı bu söz şimdi durup dururken?Doğrusunu isterseniz Başbakanın anlattıklarıyla da çok alakalı değildi.Belli ki birileri "şık durur,kullanalım"dedi ve Başbakan da çok sorgulamadan cümlelerinin arasına sıkıştırıverdi.
Oysa ne tehlikeli bir yol bu!
Altını dolduramayacağınız,sadece "şık" duracak diye düşünerek kullandığınız sözler çok can yakabilir.
Söylediğiniz söz size ait değilse,en azından anlamını içselleştiremiyorsanız,başkasından alınmış bir ceket gibi sakil durur üzerinizde.
Rezil olmak ihtimali de cabası...
Hele bir de cümlenizi sırf o sözü kullanmak üzere kurgulamışsanız,yandı gülüm keten helva...
İnsan ister istemez kasılır çünkü,"o kadar hazırlandım,mutlaka doğru söylemeliyim"telaşı, illa ki hata yaptırır.
Bundan neredeyse 20 yıl önce sunduğum radyo programına konuk olan çok önemli bir tiyatro sanatçısı,tartıştığımız konu hakkında-sanırım iktidarın kültür politikasıydı-ortada durma ihtiyacı hissetmiş ve gazetecilik tabiriyle top çevirmişti.Ben kendisini iyice sıkıştırınca da bir anda freni patlamış kamyon gibi süratle "bu konu tam anlamıyla İKİ UCU BOKLU ŞEY" deyivermişti!Belli ki aklında "İKİ UCU ŞEYLİ DEĞNEK" demeyi kurmuş,ama uzun süreli sinirsel kasılma,değnekle bokun yerini değiştirivermişti...
Sonrasında da hep kendini kasan insanların konuşmalarının hüsranla sonlandığına şahit oldum.
Spor spikeri bir arkadaşım da ilk canlı maç anlatımı öncesinde o kadar kasılmıştı ki,dönemin ünlü futbol hakeminin adıyla başlamayı günler öncesinden kafasına koyduğu anons şu halde dökülüverdi dudaklarından:
"Maç Sadık DÜDÜĞÜN DEDASIYLA başladı"
Hele bir de buna anlamını hiç bilmediği,duyduğu ve yerli yersiz kullanmaktan çekinmedeği sözcüklerle konuşanları eklerseniz,ortaya çıkan sonuç gerçekten facia oluyor.Bünye reddediyor sanırım otomatik olarak.Bütün vücut ağızdan çıkan söz için adeta "bizim olayla alakamız yok,kendi kaşındı" diye bağırıyor çığlık çığlığa. Sonradan görme bir kadıncağızın misafirlerini etkilemek için kızına "canım konuklarımıza birer kadeh Johhny LOGAN ikram etsene"dediğini biliyorum...
Her neyse,başa dönecek olursak siyasiler için iş daha riskli.
Çünkü bizim gibi toplumlarda ağzından her çıkana "hikmet" gibi yaklaşıldığı için,yanlış söz büyüyerek toplumda yerleşiyor."Sayın Başbakanım kullandı,ben de kullanmalıyım"diyen taşralı bir siyasetçi,bu sözü köylerde kasabalarda kullanmaya başlıyor,sonrasında seyreyle gümbürtüyü.Bugün Başbakanın kullandığı sözdeki,çekiç ve çivi bir ay sonra ne hale gelecek düşünmek bile istemiyorum.Korkarım bu sözün son hali "elinde odun olan,kodu mu oturtur"a kadar gider...
Bizden olmak,bilinen sözle konuşmak,bu kadar zor mu?
Olmaz ama...
"Kim daha süslü konuşuyor" yarışının sonu yok ki!
Başbakanla başladık yine O'nunla bitirelim.
Sanırım geçen aydı,Ankara'da yenilenen bir hastanenin açılışını yapan Başbakan,Başhekim ve diğer doktorlarla birlikte önlük giyip maske takarak ameliyathaneleri geziyordu.Erdoğan kendisine yenilenen cihazları gösteren Başhekimin sözünü keserek şöyle dedi:
"Çok güzel,bunları RENTE KAR(rent-a car)la mı aldınız?
Kendince hem haftalık gündemi,hem de bundan sonrasını yorumlamaya çalıştı.Yine siyasi rakiplere salvolar,yine kendi tabanını "bütün" tutma ve sıklaştırma çabası...
Diğer liderlerden bir farkı yok bu yönüyle.Hepsinde aynı telaş var çünkü.
Ama dikkatimi çok çeken birşey vardı konuşmasında,bir söz kullandı Başbakan "elinde çekiç olanlar herkesi çivi gibi görür"dedi.
?
?
Doğrusunu isterseniz dikkat çekici bir çıkıştı,çünkü Başbakanın(8yıl kendisini izlemiş bir gazeteci olarak rahatlıkla söyleyebilirim) Batı dünyasının düşünürlerinden alıntı yapması pek alışkın olduğumuz birşey değil.Oysa bu söz,sevgili dostumuz Googlehan'a sorulduğunda da görülebileceği gibi Harvard Üniversitesi'nin Rektörlüğü'nü de yapmış olan ABD'li bilim adamı James Bryant Conant'a ait.Daha da önemlisi aslı "elinde çekiç olan HERŞEYİ çivi gibi görür"
İyi de nereden çıktı bu söz şimdi durup dururken?Doğrusunu isterseniz Başbakanın anlattıklarıyla da çok alakalı değildi.Belli ki birileri "şık durur,kullanalım"dedi ve Başbakan da çok sorgulamadan cümlelerinin arasına sıkıştırıverdi.
Oysa ne tehlikeli bir yol bu!
Altını dolduramayacağınız,sadece "şık" duracak diye düşünerek kullandığınız sözler çok can yakabilir.
Söylediğiniz söz size ait değilse,en azından anlamını içselleştiremiyorsanız,başkasından alınmış bir ceket gibi sakil durur üzerinizde.
Rezil olmak ihtimali de cabası...
Hele bir de cümlenizi sırf o sözü kullanmak üzere kurgulamışsanız,yandı gülüm keten helva...
İnsan ister istemez kasılır çünkü,"o kadar hazırlandım,mutlaka doğru söylemeliyim"telaşı, illa ki hata yaptırır.
Bundan neredeyse 20 yıl önce sunduğum radyo programına konuk olan çok önemli bir tiyatro sanatçısı,tartıştığımız konu hakkında-sanırım iktidarın kültür politikasıydı-ortada durma ihtiyacı hissetmiş ve gazetecilik tabiriyle top çevirmişti.Ben kendisini iyice sıkıştırınca da bir anda freni patlamış kamyon gibi süratle "bu konu tam anlamıyla İKİ UCU BOKLU ŞEY" deyivermişti!Belli ki aklında "İKİ UCU ŞEYLİ DEĞNEK" demeyi kurmuş,ama uzun süreli sinirsel kasılma,değnekle bokun yerini değiştirivermişti...
Sonrasında da hep kendini kasan insanların konuşmalarının hüsranla sonlandığına şahit oldum.
Spor spikeri bir arkadaşım da ilk canlı maç anlatımı öncesinde o kadar kasılmıştı ki,dönemin ünlü futbol hakeminin adıyla başlamayı günler öncesinden kafasına koyduğu anons şu halde dökülüverdi dudaklarından:
"Maç Sadık DÜDÜĞÜN DEDASIYLA başladı"
Hele bir de buna anlamını hiç bilmediği,duyduğu ve yerli yersiz kullanmaktan çekinmedeği sözcüklerle konuşanları eklerseniz,ortaya çıkan sonuç gerçekten facia oluyor.Bünye reddediyor sanırım otomatik olarak.Bütün vücut ağızdan çıkan söz için adeta "bizim olayla alakamız yok,kendi kaşındı" diye bağırıyor çığlık çığlığa. Sonradan görme bir kadıncağızın misafirlerini etkilemek için kızına "canım konuklarımıza birer kadeh Johhny LOGAN ikram etsene"dediğini biliyorum...
Her neyse,başa dönecek olursak siyasiler için iş daha riskli.
Çünkü bizim gibi toplumlarda ağzından her çıkana "hikmet" gibi yaklaşıldığı için,yanlış söz büyüyerek toplumda yerleşiyor."Sayın Başbakanım kullandı,ben de kullanmalıyım"diyen taşralı bir siyasetçi,bu sözü köylerde kasabalarda kullanmaya başlıyor,sonrasında seyreyle gümbürtüyü.Bugün Başbakanın kullandığı sözdeki,çekiç ve çivi bir ay sonra ne hale gelecek düşünmek bile istemiyorum.Korkarım bu sözün son hali "elinde odun olan,kodu mu oturtur"a kadar gider...
Bizden olmak,bilinen sözle konuşmak,bu kadar zor mu?
Olmaz ama...
"Kim daha süslü konuşuyor" yarışının sonu yok ki!
Başbakanla başladık yine O'nunla bitirelim.
Sanırım geçen aydı,Ankara'da yenilenen bir hastanenin açılışını yapan Başbakan,Başhekim ve diğer doktorlarla birlikte önlük giyip maske takarak ameliyathaneleri geziyordu.Erdoğan kendisine yenilenen cihazları gösteren Başhekimin sözünü keserek şöyle dedi:
"Çok güzel,bunları RENTE KAR(rent-a car)la mı aldınız?
28 Haziran 2010 Pazartesi
Kısmetse deliriyorum...
Ankara'da hava kötü.
Gerçekten kötü,yani biraz sıksan "ne Haziran'ı yahu,düpedüz Ekim" dersin...
Sevgili dostumun dediği gibi "umarım mahsuplaşması olur bu havaların Eylül'de"
Pazar sabahı,hani biraz kafa dinlemek,zihni meşgul etmeyecek oyalanma yolları bulmak bâbında,gazetelerden birinin Pazar ekini açıyorum,Ayşe Arman döktürmüş yine...
Aslında kimin döktürdüğü de tartışılır,kerameti kendinden menkul yazarın mı,eski karısını "aleme fâş" etmeye çalışan adam bozmasının mı?
"Herkes ben O'nu aldattım sanıyor ama aslında O beni aldattı,hem de ben otel odasında beklerken(toplantım var) diyerek sevgilisinin kollarına koştu.Daha da kötüsü her aradığımda da sürekli yankı yapan bir yerden cevap veriyordu,sonradan anladım ki,sevgilisiyle buluştuğu otel odasının banyosundaymış"
Yuh be birader!
İnsanda biraz utanma olur.
Bilmem kaç yıl aynı yastığa baş koyduğun,birlikte çocuk yaptığın,bir zamanlar "karım" derken gözünün parladığı kişiden bahsediyorsun!
"...anlattıklarımın hepsi kendi ağzından dinlediğim için doğrulanmıştır.İki şişe vokta içtikten sonra,hem seviştik hem de dertleştik,herşeyi anlattı"
Sabah sabah rahatlama beklerken bir öğürtü sormayın...
Çukurun bile irtifası vardır yahu,seninki MAGMA!
Eyvallah,herkesin bir gün 15 dakika için meşhur olacağını biliyordum da,bunun için bu kadar alçalacak insanlar bulunabileceğini düşünmüyordum doğrusu...Bilmiyorum belki aşırı saflık ama Türkiye'nin en çok satan gazetesinin başındaki insanların da,böyle bir rezaleti yayımlamayacakları gibi bir düşüncem de vardı sanırım.
Şimdi tutup "efendiler,toplum nereye gidiyor,ahlak kalmadı,ne hale geldik" falan diyecek değilim.Çünkü belli ki,o eşiği çoktan geçmişiz...
Bireysel olarak ne yapacağımı biliyorum,bugünden itibaren o teyzeyi okumayacağım.Yanlış anlaşılmasın lütfen,sadece böyle bir rezaleti yazdığı için değil.O röportajın giriş yazısında "elimde teybim varken dostum-mostum değil kimse" dediği için.Ne de olsa hasb-el kader aynı meslek yazıyor sicilimizde,başlama yollarımız çok farklı olsa da(!)...
Benim dostlarım var çünkü!
Yanlarına teypsiz gitsem nasıl konuşuyorlarsa,teyp varken de o rahatlıkla konuşuyorlar.
Çünkü biliyorlar ki,orada konuşulanlar önce insanlık ve ahlak süzgecinden geçecek.
"Önce insanım sonra gazeteci" demek bazıları için çok zor.Nedeni de çok basit,zaten arafta kalmış durumdalar,ne insan ne gazeteci olabiliyorlar bu yüzden.
Sadece gazetecilik için de geçerli olmamalı ayrıca bu kural.Bana kalırsa iyi adam olmadan,ne iyi avukat,ne iyi mühendis ne iyi doktor olmak mümkün.Örneği de var;yıllık mutad ziyaretini yaparken,yine kıçından uydurduğu,Afrika'da bilmem ne yerlilerinin yaşamını uzatan ve tesadüfen(!) ticari hakları kendisinde bulunan meyveyi anlata anlata bitiremeyen doktor bozması...Ulan senin o bahsettiğin yerliler;sıfır sanayii atığı,eksi 4 stres katsayısı ve başka birşey bulamadığı için daimi meyve diyetiyle yaşıyor.Öyle yaşasam ben de 100'ü görürüm herhalde...
Biliyorum bu kadar saçmalık,sakin geçmesi gereken bir Pazar sabahı için fazla...
Daha doğrusu ben öyle düşünüyordum ama aynı dakikalarda TV'de gördüğüm program tanıtımı
"direnme,bağıra bağıra can vereceksin" hissi uyandırdı.
"Motorun el kitabı" adlı eseri yazabilecek kadar birikim(!) sahibi bir abla,eşiyle günlük hayatlarını kameralara açıyormuş,evde ne yaşanırsa hepimiz izleyebilecekmişiz!
Gözümün önünde henüz çekilmemiş programdan bir sahne belirdi ansızın.Kadın tartıştığı eşine şöyle diyordu:
"Bıktım erken boşalmandan,doktora git artık"
Sonra görüntü dondu ve ekranda beliren bizim tüccar doktor,"çözümü uzakta arama Türkiye" diye konuşmaya başladı.Ardından da bu sorunun çözümü için kıçında don olmayan yerlilerin kullandığı meyvenin tek çare olduğunu,kendisinin de sırf bu nedenle işini gücünü bırakıp Türkiye'ye geldiğini anlatmaya başladı...
Televizyonu nasıl kapattım,gazeteyi nasıl fırlattım bilemedim vallahi...
Gerçekten kötü,yani biraz sıksan "ne Haziran'ı yahu,düpedüz Ekim" dersin...
Sevgili dostumun dediği gibi "umarım mahsuplaşması olur bu havaların Eylül'de"
Pazar sabahı,hani biraz kafa dinlemek,zihni meşgul etmeyecek oyalanma yolları bulmak bâbında,gazetelerden birinin Pazar ekini açıyorum,Ayşe Arman döktürmüş yine...
Aslında kimin döktürdüğü de tartışılır,kerameti kendinden menkul yazarın mı,eski karısını "aleme fâş" etmeye çalışan adam bozmasının mı?
"Herkes ben O'nu aldattım sanıyor ama aslında O beni aldattı,hem de ben otel odasında beklerken(toplantım var) diyerek sevgilisinin kollarına koştu.Daha da kötüsü her aradığımda da sürekli yankı yapan bir yerden cevap veriyordu,sonradan anladım ki,sevgilisiyle buluştuğu otel odasının banyosundaymış"
Yuh be birader!
İnsanda biraz utanma olur.
Bilmem kaç yıl aynı yastığa baş koyduğun,birlikte çocuk yaptığın,bir zamanlar "karım" derken gözünün parladığı kişiden bahsediyorsun!
"...anlattıklarımın hepsi kendi ağzından dinlediğim için doğrulanmıştır.İki şişe vokta içtikten sonra,hem seviştik hem de dertleştik,herşeyi anlattı"
Sabah sabah rahatlama beklerken bir öğürtü sormayın...
Çukurun bile irtifası vardır yahu,seninki MAGMA!
Eyvallah,herkesin bir gün 15 dakika için meşhur olacağını biliyordum da,bunun için bu kadar alçalacak insanlar bulunabileceğini düşünmüyordum doğrusu...Bilmiyorum belki aşırı saflık ama Türkiye'nin en çok satan gazetesinin başındaki insanların da,böyle bir rezaleti yayımlamayacakları gibi bir düşüncem de vardı sanırım.
Şimdi tutup "efendiler,toplum nereye gidiyor,ahlak kalmadı,ne hale geldik" falan diyecek değilim.Çünkü belli ki,o eşiği çoktan geçmişiz...
Bireysel olarak ne yapacağımı biliyorum,bugünden itibaren o teyzeyi okumayacağım.Yanlış anlaşılmasın lütfen,sadece böyle bir rezaleti yazdığı için değil.O röportajın giriş yazısında "elimde teybim varken dostum-mostum değil kimse" dediği için.Ne de olsa hasb-el kader aynı meslek yazıyor sicilimizde,başlama yollarımız çok farklı olsa da(!)...
Benim dostlarım var çünkü!
Yanlarına teypsiz gitsem nasıl konuşuyorlarsa,teyp varken de o rahatlıkla konuşuyorlar.
Çünkü biliyorlar ki,orada konuşulanlar önce insanlık ve ahlak süzgecinden geçecek.
"Önce insanım sonra gazeteci" demek bazıları için çok zor.Nedeni de çok basit,zaten arafta kalmış durumdalar,ne insan ne gazeteci olabiliyorlar bu yüzden.
Sadece gazetecilik için de geçerli olmamalı ayrıca bu kural.Bana kalırsa iyi adam olmadan,ne iyi avukat,ne iyi mühendis ne iyi doktor olmak mümkün.Örneği de var;yıllık mutad ziyaretini yaparken,yine kıçından uydurduğu,Afrika'da bilmem ne yerlilerinin yaşamını uzatan ve tesadüfen(!) ticari hakları kendisinde bulunan meyveyi anlata anlata bitiremeyen doktor bozması...Ulan senin o bahsettiğin yerliler;sıfır sanayii atığı,eksi 4 stres katsayısı ve başka birşey bulamadığı için daimi meyve diyetiyle yaşıyor.Öyle yaşasam ben de 100'ü görürüm herhalde...
Biliyorum bu kadar saçmalık,sakin geçmesi gereken bir Pazar sabahı için fazla...
Daha doğrusu ben öyle düşünüyordum ama aynı dakikalarda TV'de gördüğüm program tanıtımı
"direnme,bağıra bağıra can vereceksin" hissi uyandırdı.
"Motorun el kitabı" adlı eseri yazabilecek kadar birikim(!) sahibi bir abla,eşiyle günlük hayatlarını kameralara açıyormuş,evde ne yaşanırsa hepimiz izleyebilecekmişiz!
Gözümün önünde henüz çekilmemiş programdan bir sahne belirdi ansızın.Kadın tartıştığı eşine şöyle diyordu:
"Bıktım erken boşalmandan,doktora git artık"
Sonra görüntü dondu ve ekranda beliren bizim tüccar doktor,"çözümü uzakta arama Türkiye" diye konuşmaya başladı.Ardından da bu sorunun çözümü için kıçında don olmayan yerlilerin kullandığı meyvenin tek çare olduğunu,kendisinin de sırf bu nedenle işini gücünü bırakıp Türkiye'ye geldiğini anlatmaya başladı...
Televizyonu nasıl kapattım,gazeteyi nasıl fırlattım bilemedim vallahi...
26 Haziran 2010 Cumartesi
Zor olanı merhaba demek...
ZOR OLANI MERHABA DEMEK...
Öyle değil midir sahi?Bir insanla kurulacak ilişkinin ilk adımını atmak,”merhaba” diyebilmek,en zoru değil midir?Ağzınızdan çıkabilirse eğer ilk merhaba,cevabı da haketmiş hale gelmez misiniz?
Hayat defterinize yazdığınız herkesle ilişkiniz öyle başlamadı mı?Bir düşünün...O güzel kızı,ya da o yakışıklı delikanlıyı ilk gördüğünüzde aklınızdan geçen herneyse,yaşanabilmesi için önce “merhaba” demediniz mi?
Biz gazeteciler için,sonradan haber kaynağı haline gelse bile,önce herkes “merhaba” denilerek yaklaşılan bir insan değil mi?
Günlerdir soğuktan elleri morarmış,gözlerinin ışığı sönmüş bir işçiye mikrofon uzatırken önce “merhaba” demedik mi?
Anadolu’da çok sık söylenen “insan insanın zehrini alır” sözünün çıkış noktası da budur.Önce yaklaşmak sonra mümkünse yakınlaşmak,en sonunda da sıkıntısını öğrenip,elden geliyorsa paylaşmak için ilkin “merhaba” demek gerek.
Muradım sözü uzatıp,top çevirmek değil.7 harfli basit bir sözcüğün nereden nereye ulaşabileceğini anlatmak...
Sadece sözle de olmaz üstelik...
Kapağını açıp,kağıt ve mürekkep kokusunu içine çektiğiniz her kitap bu dostça yaklaşımdan nasibini alır,tıpkı her sabah sayfalarını bildik bir duyguyla çevirdiğiniz gazete gibi...
Bugün bana da “merhaba” dediğinizi ummak istiyorum.Benim yapmaya çalıştığım bu çünkü.
Ve eğer aynı sıcaklıkla alıyorsam karşılığını-ki öyle olduğunu sanıyorum-bundan sonrası gerçekten daha kolay olacak...
Bir yolculuk insan yaşamı,zamandan bağımsız hem de.Kısacık ömürlere 4-5 hayatlık düşünce,eylem sığdırmış insanlar bunun en güzel kanıtı.Somut örneği de Büyük Önder Atatürk.57 yıl gibi hele de bugünün koşullarında kısa sayılabilecek bir yaşama;ümmetten topluma evrilmiş insanları,bölgesinin tek laik ülkesini,çağdaş Cumhuriyetini bırakmak az iş midir?
Bilmiyorum ne kadardır,yiyecek ekmeğimiz içecek suyumuz...
Ama derdi;zamandan bağımsız üretmek olan,aydın,geleceği düşünen,bugünü sorgulayan,yarını elleriyle kurduğunun bilincinde tüm dostlara merhaba...
Size uzattığım el de,dilimden dökülen merhabanın devamı.
Diğer elimde ise sadece kalem var ve söz veriyorum bundan sonra da sadece o olacak...
Öyle değil midir sahi?Bir insanla kurulacak ilişkinin ilk adımını atmak,”merhaba” diyebilmek,en zoru değil midir?Ağzınızdan çıkabilirse eğer ilk merhaba,cevabı da haketmiş hale gelmez misiniz?
Hayat defterinize yazdığınız herkesle ilişkiniz öyle başlamadı mı?Bir düşünün...O güzel kızı,ya da o yakışıklı delikanlıyı ilk gördüğünüzde aklınızdan geçen herneyse,yaşanabilmesi için önce “merhaba” demediniz mi?
Biz gazeteciler için,sonradan haber kaynağı haline gelse bile,önce herkes “merhaba” denilerek yaklaşılan bir insan değil mi?
Günlerdir soğuktan elleri morarmış,gözlerinin ışığı sönmüş bir işçiye mikrofon uzatırken önce “merhaba” demedik mi?
Anadolu’da çok sık söylenen “insan insanın zehrini alır” sözünün çıkış noktası da budur.Önce yaklaşmak sonra mümkünse yakınlaşmak,en sonunda da sıkıntısını öğrenip,elden geliyorsa paylaşmak için ilkin “merhaba” demek gerek.
Muradım sözü uzatıp,top çevirmek değil.7 harfli basit bir sözcüğün nereden nereye ulaşabileceğini anlatmak...
Sadece sözle de olmaz üstelik...
Kapağını açıp,kağıt ve mürekkep kokusunu içine çektiğiniz her kitap bu dostça yaklaşımdan nasibini alır,tıpkı her sabah sayfalarını bildik bir duyguyla çevirdiğiniz gazete gibi...
Bugün bana da “merhaba” dediğinizi ummak istiyorum.Benim yapmaya çalıştığım bu çünkü.
Ve eğer aynı sıcaklıkla alıyorsam karşılığını-ki öyle olduğunu sanıyorum-bundan sonrası gerçekten daha kolay olacak...
Bir yolculuk insan yaşamı,zamandan bağımsız hem de.Kısacık ömürlere 4-5 hayatlık düşünce,eylem sığdırmış insanlar bunun en güzel kanıtı.Somut örneği de Büyük Önder Atatürk.57 yıl gibi hele de bugünün koşullarında kısa sayılabilecek bir yaşama;ümmetten topluma evrilmiş insanları,bölgesinin tek laik ülkesini,çağdaş Cumhuriyetini bırakmak az iş midir?
Bilmiyorum ne kadardır,yiyecek ekmeğimiz içecek suyumuz...
Ama derdi;zamandan bağımsız üretmek olan,aydın,geleceği düşünen,bugünü sorgulayan,yarını elleriyle kurduğunun bilincinde tüm dostlara merhaba...
Size uzattığım el de,dilimden dökülen merhabanın devamı.
Diğer elimde ise sadece kalem var ve söz veriyorum bundan sonra da sadece o olacak...
Pabuç mu?
Evet,pabuç...
Çocukluğumdan beri birşey saklayacağım zaman hep "en güvenilir yer" hissi uyandırdığı için.
Ben istediğim sürece çıkartmayacağım,tenime değmeye devam edeceği için.
Bu kadar da değil ama...
Günlerdir aklımdan çıkmayan,bana "aşk ancak bu kadar güzel ve sade anlatılır"dedirten Metin Eloğlu'nun "Seni sevince adamın pabuçları eskimiyor" dizesi yüzünden bir de...
Sonra üzerinden neredeyse 25 yıl geçmesine rağmen hala "bir densizi aşağılamanın en güzel yorumu" olarak belleğime kazınan sevgili Ayberk Çölok'un o aptal çocuğa söylediği-ki adını unutalı çook oldu- "benim seninle yaşıt pabucum var" sözlerinde çok "şık" durduğu için...
Ayrıca,inandığını söyleyenlere hep "maşallah dil pabuç gibi" denildiği için...
En çok da büyük Usta'nın "Yürümek; yolunda pusuya yattıklarını,arkadan çelme attıklarını bilerek yürümek... " dizelerindeki gibi insanı "yola,gitmeye,bıkmadan ilerlemeye" çağırdığı,sol meme altındaki cevahiri kımıldattığı için...
Pabucumun içindekileri paylaşacağım,kararlıyım...
Evet,pabuç...
Çocukluğumdan beri birşey saklayacağım zaman hep "en güvenilir yer" hissi uyandırdığı için.
Ben istediğim sürece çıkartmayacağım,tenime değmeye devam edeceği için.
Bu kadar da değil ama...
Günlerdir aklımdan çıkmayan,bana "aşk ancak bu kadar güzel ve sade anlatılır"dedirten Metin Eloğlu'nun "Seni sevince adamın pabuçları eskimiyor" dizesi yüzünden bir de...
Sonra üzerinden neredeyse 25 yıl geçmesine rağmen hala "bir densizi aşağılamanın en güzel yorumu" olarak belleğime kazınan sevgili Ayberk Çölok'un o aptal çocuğa söylediği-ki adını unutalı çook oldu- "benim seninle yaşıt pabucum var" sözlerinde çok "şık" durduğu için...
Ayrıca,inandığını söyleyenlere hep "maşallah dil pabuç gibi" denildiği için...
En çok da büyük Usta'nın "Yürümek; yolunda pusuya yattıklarını,arkadan çelme attıklarını bilerek yürümek... " dizelerindeki gibi insanı "yola,gitmeye,bıkmadan ilerlemeye" çağırdığı,sol meme altındaki cevahiri kımıldattığı için...
Pabucumun içindekileri paylaşacağım,kararlıyım...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)