“Belli”dedi.”O kadar çaresizsin ki,benim gibi bitik
görünümlü bir adamın bile yardımı dokunur mu diye merak ediyorsun!”
Haklıydı...
Ne yapacağımı,nereye gideceğimi bilmez halde sokaklarda
dolaşıp duruyordum saatlerdir.Sanki boğulacakmış gibi hissederek,iş yerinden dışarı
fırlamıştım.Önce iyi bildiğim caddelerde amaçsızca turlamış,sonra bunun ruhuma
derman olmayacağını hissederek şehrin en dibine vurmuştum kendimi.Hayatımı
geçirdiğim şehrin belki de ilk kez gördüğüm bu sokağına niye girdiğimi de
hatırlamıyordum.Ne bileyim,belki de vardı “kader” denen şey.Belki bu sokağı,bu
izbeliği ve bu adamı görmem,tanımam gerekiyordu...
Kişisel gelişim kitaplarındaki örnekler gibi oldu değil
mi?”Evren içinizde,kendinizi kasmayın.Yaşam,siz hazır olduğunuzda gereken
herşeyi karşınıza çıkartacaktır.” Yalnız şöyle bir fark var ki,benim ne
gelişecek halim ne de bunun için arzum vardı.
Hava kararmaya yüz tutmuştu.Çocukluğumdan beri severdim
bu saatleri.Hani annenin “artık eve gel,akşamın körü oldu” diye sokaktaki
çocuğunu çağırdığı saat vardır ya,işte o saatti tam.Çocuğun en mutlu ama en
yorgun olduğu saat.Babanın eve gelmesine bir tık kala...
Çözülen bağcığımı sağlamlamak için durmuş,yere eğilmiştim
ki sesini duydum:
“Sadece ayakkabının bağı mı düzgün olmayan” dedi önce.
Kafamı yerden kaldırıp baktığımda,kıyafeti dikkatimi çekti
önce.En az 30 senelik gri takım elbisesi,kim bilir kaç yıldır düğümü açılmamış
kalın siyah kravatı ve bu dökük haline hiç uymayacak kadar iyi durumda,parlak
rugan ayakkabıları.
“Bana mı dediniz” diye sordum anlamsızca.Tabii bana
sormuştu.Kimseler yoktu ki etrafta benden başka.Zaman kazanmaya çalışıyordum
aslında.Ne yalan söyleyeyim görüntüsü korkutmuştu beni çünkü.Takım elbiseli
haline rağmen,birbirine karışmış saçı sakalı-bir de çökmeye başlayan akşam karanlığı
eklenince- ürpertmişti.
Anlamış olacak ki,”korkma” dedi hemen.”Korkma sana birşey
yapacak değilim.Hem birşey yapmaya niyetli olsam bile,bu gençliğinle iki
dakikada alaşağı edersin beni”
“Yok,estağfurullah”diyerek ikinci saçma cümlemi kurdum,ne
gerek vardıysa...Bize,bütün “iyi yetiştirilmiş” çocuklara böyle öğretilmişti
çünkü. “Kibar ol,nazik ol,kırma kimseyi”
Kimseyi kırma ki,o “kimseler” hayatının içine rahatlıkla
sıçabilsin!
“Ne yapıyorsun buralarda?” diye sordu sonra.”Buralarda”
sözünde etrafındaki yoksulluğu,pisliği,döküklüğü o kadar sahiplenen bir ton
vardı ki,kendimi bahçesine izinsiz girmiş gibi hissettim bir anda.
“Geziniyordum”diyebildim sadece,üçüncü abuk cümlemi
düşünmeden kurarak.Söylediğime ben de inanmamıştım aslında ama ilk kez gördüğüm
kir pas içinde bir adama hayatımı anlatacak değildim herhalde.
“Belli ki vaktin bol,bana eşlik eder misin” dedi elindeki
şarap şişesini göstererek.
Yine haklıydı...
Vakitten bol birşey yoktu hayatımda,o kadar amaçsızdım,o
kadar belirsizdi ki günlerim,”olur” deyiverdim.
Konuşmadan,hemen yanındaki yıkık duvarı gösterdi eliyle,yürüdüm,yanına
oturdum.Elindeki şarap şişesini uzattı “önce sen iç”dedi,ilk ben içersem
iğrenir içmezsin sonra.”Aldım şişeyi,açtım bir yudum içtim.İğrençti tadı,üzerine
bakıp adını öğrenmek bile istemedim.
Ben.
Daha dün o pahalı restoranda,kavın en pahalı Cabernet’sini
seçip şişesine 250 lira ödemek için 20 dakika uğraşan ben!
“Merak etme,ikinci fırtta tadı düzelir,alışık omadığın
için öyle geldi sana” diyerek güldü.Ben de gülümsedim.
“İstersen sen anlatma,ben tahmin edeyim seni buralara
getiren şeyi” dedi. Hoşuma gitmişti bu oyun “tamam”dedim.
“Çok üstüne geldi hayat”dedi.”Anlayamıyorsun artık insanları,herkesten
bir kazık yiyeceğinden eminsin ve katlanamıyorsun”
“O’nun gibi birşey işte”dedim.”Önemi var mı,ne
farkeder,oturduk şarabımızı içiyoruz işte”
“Önemi olmaz olur mu hiç”dedi.”Seni şehrin en dibine
kadar sürüklediyse derdin,önemli olmalı.En azından senin için”
“Diyelim ki benim için çok önemli bir derdim var,seni
niye ilgilendiriyor ki bu”diye sordum,belki de hayatta ilk kez haddimi
aşarak.Öyle ya,iki dakikada “siz”den “sen”e geçmiştim ve bu benim için atomun
parçalanması kadar zordu.Hep yaşamıştım bu sıkıntıyı.Çevremdeki pek çok insan
senli benli olup muhabbetin kıvamını iki dakikada koyulaştırırken,ben hep
beklemeyi seçerdim.İsterdim ki,insanlar bana yaklaşsın,önce O’nlar yıksın “siz”den
“sen”e geçen duvarı.
“Sen beni buldun hatırlatırım”dedi yine gülümseyerek.”Buraya
gelen sensin”
“İyi de derdimi soran,şarabını ikram eden de sensin”diye
cevap verdim.Hakikaten kendimi aşmış olmalıydım.Asla yapamayacağım şeydi böyle
pattadanak cevap vermek.Aklıma verilecek iyi bir cevap,racon kesecek bir cümle
gelse bile susardım çünkü her zaman.
“İhtiyacın olmasa derdini sormazdım,şarabı da tek başıma
içebiliyorum çok şükür”diye yanıtladı bu çıkışımı.
Sıkıştırmıştı beni.
Cevap vermeliydim ama insan olmayan birşeyi veremez ki...
“Peki”dedim.”Haklısın,üstüme geliyor hayat.Hatta o kadar
geliyor ki,artık bir çıkış bulamıyorum.İnsanlar öldürüyor beni.O kadar kötüler
ki,mücadele edemeyeceğimi hissediyorum.Yenildim galiba ve bunu kabullenmekte
zorlanıyorum”
Derdimi bu kadar kolay anlatmam beni iyice afallatmıştı.Genelde
dert dinleyen-öğünmek gibi olmasın ama- çoğu zaman da sorana akıl verebilecek
kadar çözüm üreten ben,belki de ilk kez sıkıntımı tanımadığım bir adama
anlatıyordum.
Aklım uçtu bir anda.Konduğu yer Strazburg’da bir
bardı.Karşımda o akşam tanıştığım Türk bar sahibi,ilk kez gördüğüm Fransız
nişanlısı ve O nişanlının evlerden ırak annesi vardı.Bar sahibi genç adam
siyasi nedenlerden dolayı Türkiye’yi terketmiş,serseri kuzeni sayesinde Fransa’ya
gelip,uzun maceralar sonucunda bar sahibi olmuştu.Bizi o akşam tanıştıran
dostumla da yakın arkadaştı.O kadar yakın ki,adamın bir alkolik olduğunu bilen
arkadaşım birden “bana müsaade” diyerek hareketlenince benim esaretimin gece
boyu süreceğinden adı kadar emindi.Ben de yerimden kalkmaya çalışmış ama bar
sahibinin “biraz otursan dertleşsek” sözüyle yerime çivilenmiştim.Birbirimize
gece boyu olmayacak kadar derin sırlarımızı anlatmış ve içmiştik.Ben bir ara “bunları
kimseye anlatmamıştım biliyor musun” deyince adam”normaldir,birbirimizi bir
daha görmeyeceğimiz için ben de sana hayatımın her sırrını verdim”demişti.Sonra
da adamın kavgalı olduğu Fransız nişanlısı,aşağılığın en dibi müstakbel
kayınvalidesi gelmiş,ben de sabaha kadar anlamadığım bir dilde süren saçma
kavgaya tanık olmuştum.
Yani insan en çok bilmediği,bir daha göremeyeceği
insanlara açıyordu derdini ve ben bunu yaşamıştım.İlk değildi yani bu!
Akıl kuşum tekrar benim şehrime dönünce,ne kadar süredir
konuştuğunu bilmediğim adamı dinlemeye başladım.
“İnsanların içine girince boğulacağından korkuyorsun
biliyorum ama korkma”dedi.”Çoğunun derinliği diz kapağını bile geçmez.Sen
korktuğun için büyük görünür çoğu zaman insanlar gözüne.Sen yanlarına o kadar
küçülmüş gidersin ki,herkes dev gibi gelir sana.Hepsi hayatın bütün sırlarını
bilir gibi,her derdin çözümünü bulmuş gibi.Oysa öyle değildir.O’nlar senin
küçülerek geldiğini anladıkları anda yürürler üzerine.Herkes kendine göre zayıf
olanda test eder kendini ki yenilmesin”
Şişeyi ne zaman yarıladığımızı hatırlamıyordum ama dilim
bu kadar çözüldüğüne göre epeydir içiyor olmalıydık.
“Peki”dedim,”bir tek ben mi farkındayım bunun,bir tek ben
mi yaşıyorum bu sıkıntıyı ki dayanamayacak hale geliyorum?”
“Yok”dedi adam.”Sen bunu itiraf edecek kadar dürüstsün
sadece.Diğerleri bu oyunu riyakarca sürdürmekten memnun.Gittiği yere kadar
devam edecekler,sonra bir gün O’nlar da yüzleşecekler kendileriyle,şehrin başka
bir köşesinde”
Şimdi düşünüyorum da,konuşmaya başlarken delirdiğimden
emindim ama o saçı sakalı birbirine karışmış adamı dinledikçe anladım ki,daha
almam gereken çok yol var.
“Yalnızlıktan” dedi sonra.
“Hepsi yalnızlıktan.Tek elinle sıkıca tut hayatı.Öbür
elin boşta kalsın ki,o eli tutmayı hakedeni bulunca yakalayabilesin...”
Şarap bitti sonra.
Söz bitti.
Ben iyi bildiğim şehrimin caddelerinden,iyi bildiğim
yolları geçerek evime döndüm.
Hava kararmaya yüz tutmuştu. Hani annenin “artık eve
gel,akşamın körü oldu” diye sokaktan çocuğunu çağırdığı saat vardır ya,işte o
saatti tam.Çocuğun en mutlu ama en yorgun olduğu saat.Babanın eve gelmesine bir
tık kala...
Ankara,1
Mayıs 2012