2 Mayıs 2012 Çarşamba

Şehrin dibinde,tam o saat...


“Belli”dedi.”O kadar çaresizsin ki,benim gibi bitik görünümlü bir adamın bile yardımı dokunur mu diye merak ediyorsun!”

Haklıydı...

Ne yapacağımı,nereye gideceğimi bilmez halde sokaklarda dolaşıp duruyordum saatlerdir.Sanki boğulacakmış gibi hissederek,iş yerinden dışarı fırlamıştım.Önce iyi bildiğim caddelerde amaçsızca turlamış,sonra bunun ruhuma derman olmayacağını hissederek şehrin en dibine vurmuştum kendimi.Hayatımı geçirdiğim şehrin belki de ilk kez gördüğüm bu sokağına niye girdiğimi de hatırlamıyordum.Ne bileyim,belki de vardı “kader” denen şey.Belki bu sokağı,bu izbeliği ve bu adamı görmem,tanımam gerekiyordu...

Kişisel gelişim kitaplarındaki örnekler gibi oldu değil mi?”Evren içinizde,kendinizi kasmayın.Yaşam,siz hazır olduğunuzda gereken herşeyi karşınıza çıkartacaktır.” Yalnız şöyle bir fark var ki,benim ne gelişecek halim ne de bunun için arzum vardı.

Hava kararmaya yüz tutmuştu.Çocukluğumdan beri severdim bu saatleri.Hani annenin “artık eve gel,akşamın körü oldu” diye sokaktaki çocuğunu çağırdığı saat vardır ya,işte o saatti tam.Çocuğun en mutlu ama en yorgun olduğu saat.Babanın eve gelmesine bir tık kala...

Çözülen bağcığımı sağlamlamak için durmuş,yere eğilmiştim ki sesini duydum:

“Sadece ayakkabının bağı mı düzgün olmayan” dedi önce.

Kafamı yerden kaldırıp baktığımda,kıyafeti dikkatimi çekti önce.En az 30 senelik gri takım elbisesi,kim bilir kaç yıldır düğümü açılmamış kalın siyah kravatı ve bu dökük haline hiç uymayacak kadar iyi durumda,parlak rugan ayakkabıları.

“Bana mı dediniz” diye sordum anlamsızca.Tabii bana sormuştu.Kimseler yoktu ki etrafta benden başka.Zaman kazanmaya çalışıyordum aslında.Ne yalan söyleyeyim görüntüsü korkutmuştu beni çünkü.Takım elbiseli haline rağmen,birbirine karışmış saçı sakalı-bir de çökmeye başlayan akşam karanlığı eklenince- ürpertmişti.

Anlamış olacak ki,”korkma” dedi hemen.”Korkma sana birşey yapacak değilim.Hem birşey yapmaya niyetli olsam bile,bu gençliğinle iki dakikada alaşağı edersin beni”

“Yok,estağfurullah”diyerek ikinci saçma cümlemi kurdum,ne gerek vardıysa...Bize,bütün “iyi yetiştirilmiş” çocuklara böyle öğretilmişti çünkü. “Kibar ol,nazik ol,kırma kimseyi”

Kimseyi kırma ki,o “kimseler” hayatının içine rahatlıkla sıçabilsin!

“Ne yapıyorsun buralarda?” diye sordu sonra.”Buralarda” sözünde etrafındaki yoksulluğu,pisliği,döküklüğü o kadar sahiplenen bir ton vardı ki,kendimi bahçesine izinsiz girmiş gibi hissettim bir anda.

“Geziniyordum”diyebildim sadece,üçüncü abuk cümlemi düşünmeden kurarak.Söylediğime ben de inanmamıştım aslında ama ilk kez gördüğüm kir pas içinde bir adama hayatımı anlatacak değildim herhalde.

“Belli ki vaktin bol,bana eşlik eder misin” dedi elindeki şarap şişesini göstererek.

Yine haklıydı...

Vakitten bol birşey yoktu hayatımda,o kadar amaçsızdım,o kadar belirsizdi ki günlerim,”olur” deyiverdim.

Konuşmadan,hemen yanındaki yıkık duvarı gösterdi eliyle,yürüdüm,yanına oturdum.Elindeki şarap şişesini uzattı “önce sen iç”dedi,ilk ben içersem iğrenir içmezsin sonra.”Aldım şişeyi,açtım bir yudum içtim.İğrençti tadı,üzerine bakıp adını öğrenmek bile istemedim.

Ben.

Daha dün o pahalı restoranda,kavın en pahalı Cabernet’sini seçip şişesine 250 lira ödemek için 20 dakika uğraşan ben!

“Merak etme,ikinci fırtta tadı düzelir,alışık omadığın için öyle geldi sana” diyerek güldü.Ben de gülümsedim.

“İstersen sen anlatma,ben tahmin edeyim seni buralara getiren şeyi” dedi. Hoşuma gitmişti bu oyun “tamam”dedim.

“Çok üstüne geldi hayat”dedi.”Anlayamıyorsun artık insanları,herkesten bir kazık yiyeceğinden eminsin ve katlanamıyorsun”

“O’nun gibi birşey işte”dedim.”Önemi var mı,ne farkeder,oturduk şarabımızı içiyoruz işte”

“Önemi olmaz olur mu hiç”dedi.”Seni şehrin en dibine kadar sürüklediyse derdin,önemli olmalı.En azından senin için”

“Diyelim ki benim için çok önemli bir derdim var,seni niye ilgilendiriyor ki bu”diye sordum,belki de hayatta ilk kez haddimi aşarak.Öyle ya,iki dakikada “siz”den “sen”e geçmiştim ve bu benim için atomun parçalanması kadar zordu.Hep yaşamıştım bu sıkıntıyı.Çevremdeki pek çok insan senli benli olup muhabbetin kıvamını iki dakikada koyulaştırırken,ben hep beklemeyi seçerdim.İsterdim ki,insanlar bana yaklaşsın,önce O’nlar yıksın “siz”den “sen”e geçen duvarı.

“Sen beni buldun hatırlatırım”dedi yine gülümseyerek.”Buraya gelen sensin”

“İyi de derdimi soran,şarabını ikram eden de sensin”diye cevap verdim.Hakikaten kendimi aşmış olmalıydım.Asla yapamayacağım şeydi böyle pattadanak cevap vermek.Aklıma verilecek iyi bir cevap,racon kesecek bir cümle gelse bile susardım çünkü her zaman.

“İhtiyacın olmasa derdini sormazdım,şarabı da tek başıma içebiliyorum çok şükür”diye yanıtladı bu çıkışımı.

Sıkıştırmıştı beni.

Cevap vermeliydim ama insan olmayan birşeyi veremez ki...

“Peki”dedim.”Haklısın,üstüme geliyor hayat.Hatta o kadar geliyor ki,artık bir çıkış bulamıyorum.İnsanlar öldürüyor beni.O kadar kötüler ki,mücadele edemeyeceğimi hissediyorum.Yenildim galiba ve bunu kabullenmekte zorlanıyorum”

Derdimi bu kadar kolay anlatmam beni iyice afallatmıştı.Genelde dert dinleyen-öğünmek gibi olmasın ama- çoğu zaman da sorana akıl verebilecek kadar çözüm üreten ben,belki de ilk kez sıkıntımı tanımadığım bir adama anlatıyordum.

Aklım uçtu bir anda.Konduğu yer Strazburg’da bir bardı.Karşımda o akşam tanıştığım Türk bar sahibi,ilk kez gördüğüm Fransız nişanlısı ve O nişanlının evlerden ırak annesi vardı.Bar sahibi genç adam siyasi nedenlerden dolayı Türkiye’yi terketmiş,serseri kuzeni sayesinde Fransa’ya gelip,uzun maceralar sonucunda bar sahibi olmuştu.Bizi o akşam tanıştıran dostumla da yakın arkadaştı.O kadar yakın ki,adamın bir alkolik olduğunu bilen arkadaşım birden “bana müsaade” diyerek hareketlenince benim esaretimin gece boyu süreceğinden adı kadar emindi.Ben de yerimden kalkmaya çalışmış ama bar sahibinin “biraz otursan dertleşsek” sözüyle yerime çivilenmiştim.Birbirimize gece boyu olmayacak kadar derin sırlarımızı anlatmış ve içmiştik.Ben bir ara “bunları kimseye anlatmamıştım biliyor musun” deyince adam”normaldir,birbirimizi bir daha görmeyeceğimiz için ben de sana hayatımın her sırrını verdim”demişti.Sonra da adamın kavgalı olduğu Fransız nişanlısı,aşağılığın en dibi müstakbel kayınvalidesi gelmiş,ben de sabaha kadar anlamadığım bir dilde süren saçma kavgaya tanık olmuştum.

Yani insan en çok bilmediği,bir daha göremeyeceği insanlara açıyordu derdini ve ben bunu yaşamıştım.İlk değildi yani bu!

Akıl kuşum tekrar benim şehrime dönünce,ne kadar süredir konuştuğunu bilmediğim adamı dinlemeye başladım.

“İnsanların içine girince boğulacağından korkuyorsun biliyorum ama korkma”dedi.”Çoğunun derinliği diz kapağını bile geçmez.Sen korktuğun için büyük görünür çoğu zaman insanlar gözüne.Sen yanlarına o kadar küçülmüş gidersin ki,herkes dev gibi gelir sana.Hepsi hayatın bütün sırlarını bilir gibi,her derdin çözümünü bulmuş gibi.Oysa öyle değildir.O’nlar senin küçülerek geldiğini anladıkları anda yürürler üzerine.Herkes kendine göre zayıf olanda test eder kendini ki yenilmesin”  

Şişeyi ne zaman yarıladığımızı hatırlamıyordum ama dilim bu kadar çözüldüğüne göre epeydir içiyor olmalıydık.

“Peki”dedim,”bir tek ben mi farkındayım bunun,bir tek ben mi yaşıyorum bu sıkıntıyı ki dayanamayacak hale geliyorum?”

“Yok”dedi adam.”Sen bunu itiraf edecek kadar dürüstsün sadece.Diğerleri bu oyunu riyakarca sürdürmekten memnun.Gittiği yere kadar devam edecekler,sonra bir gün O’nlar da yüzleşecekler kendileriyle,şehrin başka bir köşesinde”

Şimdi düşünüyorum da,konuşmaya başlarken delirdiğimden emindim ama o saçı sakalı birbirine karışmış adamı dinledikçe anladım ki,daha almam gereken çok yol var.

“Yalnızlıktan” dedi sonra.

“Hepsi yalnızlıktan.Tek elinle sıkıca tut hayatı.Öbür elin boşta kalsın ki,o eli tutmayı hakedeni bulunca yakalayabilesin...”

Şarap bitti sonra.

Söz bitti.

Ben iyi bildiğim şehrimin caddelerinden,iyi bildiğim yolları geçerek evime döndüm.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. Hani annenin “artık eve gel,akşamın körü oldu” diye sokaktan çocuğunu çağırdığı saat vardır ya,işte o saatti tam.Çocuğun en mutlu ama en yorgun olduğu saat.Babanın eve gelmesine bir tık kala...

                                                        Ankara,1 Mayıs 2012


4 Aralık 2011 Pazar

Ben hep sen olmuştum...

Kısacık bir haber çocukluğuma döndürdü beni."Brezilya'nın efsanevi futbolcusu Sokrates öldü" İnternet ortamında hızla yayılan bu haberin ardından kendimi 12-13 yaşında buluverdim. Sabah sokağa çıkan,aralarda sadece acıktıkça eve uğrayan o çocuktum yine...

Biliyorum şimdiki çocuklar için çok anlaşılır değil bunlar.Çünkü pek çoğunun sabah çıkıp acıkıncaya kadar özgürce oynayacağı bir sokak yok.Hatta bir çoğunun oyunu sokakta paylaşacağı bir arkadaşı bulunmadığını da biliyorum.Ama benim yaş kuşağım için öyleydi işte. Hayat sokakta arkadaşlarla paylaşılan,çünkü eve sığmayan bir şeydi.İçimizden çok azının-o da Almancı bir akraba ya da sıklıkla yurtdışına giden bir baba sayesinde olabilirdi- evde oyun kurmaya yarayacak afili bir oyuncağı vardı.Zaten öyle çocuklar da-çoğunlukla kıskançlıktan evet- sokaktaki oyunlardan dışlandığı için bir süre sonra oyuncağı evde bırakıp,ortalama çocuklardan oluşan arkadaş grubuna,yani sokağa koşardı.

İşte o günlerin ortak paydalarından biri de kendini futbolculara,televizyon kahramanlarına benzetmek,daha doğrusu bugünün moda deyimiyle özdeşleştirmekti.Her çocuğun,adıyla anıldığı bir ünlü futbolcu ya da televizyon yıldızı bulunur, evinin önünden yırtınarak sokağa çağrılırken bile gerçek adı yerine genelde o isim kullanılırdı. Zavallı büyükler,çoğunlukla evlerinin önünde avaz avaz "Zikoooooo geliyor musun" ya da "Kolombooo gelmiyorsan başlıyoruz bak" diye bağıran çocuklara,anlamsız gözlerle bakardı.

Daha Andy Warhol şöhret için süre belirlememişti ve biz kendi içimizde yarattığımız eşitliğe dayanan-öyle ya herkes istediği kişi olabildiği için farkımız kalmıyordu- ünlü olma durumuyla abartmadan yaşayıp gidiyorduk.Sadece biz değil ailelerimiz de ortalamaydı çünkü. Arkadaşlarımın bazılarının anne-babası "dairede" çalışır,en kabadayısı haftada bir mecbur kalınınca okul sonrası ziyaret edilen o "daire" eşitliğimizi bozamazdı.Ben annemin ev kadını olmasının tadını dibine kadar çıkartırken,mahallenin tüm acıkan çocuklarını da toplayıp eve götürdüğüm ve sevgili annem hiç sokurdanmadan onlara da birer lokma yemek hazırlayabildiği için eşitliği bozmadan yaşayabilirdim.Biz eşittik çünkü,ailelerimiz de eşitti.Bazıları bunun yerine "vasat" kavramını da kullanabilir ama her ne kadar Osmanlıca'da ortalamanın karşılığı da olsa ben sevmem bu kelimeyi.Altındaki ima rahatsız eder beni.Geçmişiyle barışamayan bazılarının hazımsızlığını hatırlatır hep...

Ben o zamanlar Sokrates'tim işte.Sakallı,güler yüzlü,sahada tay gibi fiziğiyle süper top oynayan Sokrates.İçten içe de öğünürdüm kendime kahraman olarak O'nu seçtiğim için.Çünkü o zaman Messi'nin okul çantasına ne koyduğunu yalan yanlış internet bilgilerinden araklayıp bize satan spor spikerlerinin yerine acayip gazeteciler vardı.Ve onların yazdıklarından Dünya Kupası'nın yıldızlarından Sokrates'in,ülkesinde yoksul çocukların tedavilerini parasız yapan bir doktor olduğunu öğrenmiştim.Eşit'in kralıydı yani benim adamım!

Sakallarım çıkmamıştı daha...
Fiziğim desen alâkası yok,tombiktim çünkü...
Olsun.
Ben eşitlerin kralını,kendime kahraman seçmiştim.O gür sakallarıyla,tay gibi fiziğiyle sahada koşturdukça,içten içe gururlanır,ben de oradaymışım gibi sevinirdim.

Öldü.

Bu kadar işte,ölüverdi.
Hastalığı neydi,ne kadar yaşlanmıştı bilmiyorum.Hiçbiri umurumda değil.Çünkü ben 12 -13 yaşındayken kaç yaşındaysa o yaşta kalacak hep.Yoksa ben çocukluğumu yitiririm.Bir daha kendimi O'nun gibi göremem o zaman...

Güle güle güzel adam.
Güle güle çocukluğumun kahramanı.
Güle güle çocukluğumun "ben"i...
Ebedi eşitlikte iyi istirahatler.
Bu arada biz demin;Ziko,Kolombo,Yuki falan oynamaya çıktık.
"Ben" oynamadım ama, içimden gelmedi...

10 Mayıs 2011 Salı

Formula 1-Özel Hayat 0

20 araba tam 58 tur atıyor pistte ve resmi rakamlara göre 41 bin kişi çıplak gözle tribünden, gayrı resmi rakamlarla yüz milyonlarca kişi de ekranlarından izliyor yaklaşık 1,5 saat boyunca...
Üzerlerindeki milyonlarca çift göze aldırmadan,sanki dünyada kendilerinden başka önemli hiç bir şey yokmuş gibi davranıyor ünlü pilotlar.Lâfın gelişi değil hem de gerçekten kendilerinden başka hiç bir şeyi,hiç kimseyi önemsemiyorlar...

Aslına bakarsanız,yarış takımlarının tüm ekibinde aynı durum söz konusu.

Cumartesi akşamı yani yarıştan bir gece önce Ferrari takımının iki pilotuyla ayaküstü konuşuyoruz.Hem Massa'da hem Alonso'da aynı "bitse de gitsek" yüz ifadesi var.Önceleri alınıyorum bu duruma ama çok geçmeden anlıyorum ki tavırları bize özel değil.Yani ortada öyle hepimizin genlerine işlemiş "bu gavurlar bizi sevmez,Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" durumunu kovalayacak bir davranış bulunmuyor.Massa kısa ve son derece klişe cümlelerle ikide bir "3 kere kazandım,İstanbul benim için çok özel" diye geveleyip duruyor.Alonso ise olaya tamamen "aman hocam beni karıştırmayın,bak bu arkadaş 3 kez kazandı İstanbul'da, ne sorunuz varsa O'na sorun"tribinde...

Bu kadar sıkıştırılmış bir zaman diliminde takdir edeceğiniz gibi anlamsız bir muhabbet yaşanıyor ve iki pilot izin isteyip ayrılıyor ortamdan.Elim böğrümde kalınca can havliyle takımın medya sorumlusu Nigel'a yapışıyorum.Hiç olmazsa bu hayatı bana anlatmasını istiyorum.Yaklaşık 30 senedir yarış dünyasında olan Nigel'ın aşırı profesyonel tavrını görünce de ikinci kez kıç üstü oturuyorum.Adam acayip koyu bir İngiliz aksanıyla "yarın"diyor. "Yarın pit-stop dahil,heryeri gezeceksiniz,o zaman sorarsın ne merak ediyorsan"...

Yedik mi ikinci darbeyi de?

Son çare Nigel'ın yardımcısı Joseph adındaki gençle konuşmak.Son derece umutsuz bir şekilde yaklaşıp "kaç yıldır bu işi yapıyorsun" gibi anlamsız bir soru yöneltiyorum yarım ağızla.

Ve...Beklemediğim cevap geliyor bir anda. "7" diyor."29 yaşındayım ve 7 yıldır bu işteyim.Artık çok yoruldum ama..."

Hah be birader.
İşte bu!
Bir anda aramızda manasız bir güven ortamı doğuyor ve garibim dökülüyor bir bir...
"İsviçre'de doğdum ve orada yaşıyorum.Yani adresim orada ama ben pek uğrayamıyorum. 3 yıldır ciddi bir ilişkim var.Kız arkadaşım Macaristan'da oturuyor.Doğru düzgün görüşemiyoruz ama çok seviyorum O'nu"

Hoppala...
Formula'dan Sabahın Seda'sına geçiyoruz bir anda.Adam birazdan ağlamaya başlamaz inşallah!

Neyse ki korktuğum olmuyor .Tam aksine Joseph son derece akıllı cümlelerle müthiş bir eleştiri yapmaya başlıyor:

"Burası bir sirk!İnan bana.Biz de sirkin çalışanlarıyız.Biliyor musun,bu işe ilk başladığımda en çok neden rahatsız olmuştum?İnsanların bana bakmasından!Bir süre sonra anladım ki herkes verdiği paranın karşılığını almaya çalışıyor.Yani kendileri için birşey yapmamı bekliyorlar. O günden beri de benden istenileni yapıyorum işte...Gittiğimiz her yere sirk çadırımızı kuruyor, gösterimiz bitince de söküp bir sonraki noktaya doğru yola çıkıyoruz"

"Peki kız arkadaşın"diyecek oluyorum."Onunla aynı yerde yaşasanız daha iyi olmaz mı"
"Ne farkeder ki" diye yanıtlıyor."Kime göre aynı yer?Aynı diye bir şey yok ki.Ben yarın akşam buradan Barselona'ya hareket edeceğim.Sonrasında 3 gün iznim var.Bakalım Avrupa'da bir yerde buluşuruz herhalde"

"Peki daha kaç yıl bu işi yapacaksın"diye soruyorum,"En fazla 3"diyor,"sonrasında da ne yapacağımı bilmiyorum.Ama kesinlikle kararlıyım.Bu işi bırakınca uzunca bir süre aynı yerde oturacağım"

....

Ertesi sabah yarış için buluştuğumuzda,Nigel gerçekten de bütün sorularımıza yanıt veriyor,yani teknik olanlara...
Bir yarış arabasının 2 saniyede 146 kilometre sürate ulaştığından,tamamen parçalanması durumunda aynısının 9 saatte yapılabileceğine kadar bir sürü ayrıntı anlatıyor.

Benim kafamdaysa Joseph'ın "burası bir sirk ve insanlar verdikleri paranın karşılığını almak isterler" sözü çınlayıp duruyor...

Sonra yarış başlıyor...
20 araba...
58 tur...
Dönüp duruyorlar...

25 Mart 2011 Cuma

Düşüncenin düşmanları...

Benden 4 yaş büyük ağabeyimin gözlerinin dolduğunu çok iyi hatırlıyorum.
Hatta en net O'nu hatırlıyorum desem sanırım yanlış olmaz...

Çocukluğumuzda büyük bir mutlulukla girdiğimiz,mis gibi yanık odun kokan sıcacık banyomuzdaydık.Büyük ihtimalle şimdilerde kimsenin bilmediği,kendi oğluma anlatsam fantastik bir uzay aracı gibi gelecek bakır banyo kazanımızın önündeydik.

Ağabeyim,büyük bir aceleyle elindeki gazete sayfasından biraz küçük kağıtları parçalayıp kazana atıyordu.Ateş o kadar büyümüştü ki biraz da korktuğumu hatırlıyorum.Yine de buraya kadar normalin çok dışında bir durum yaşanmıyordu.Banyo kazanımız yanacak,neşe içinde sırayla yıkanacağız sanıyordum çünkü.

Kağıtlar bittikten sonra alışılmamış bölüm başladı.Ağabeyim elinde kitaplarla girdi banyoya ve parçalamadan atmaya başladı hepsini.Bunu yaparken de bir önce attığının yandığından iyice emin olmaya çalışıyordu.O yanar yanmaz hemen sıradakini atıveriyordu.

Kazana attığı kitapları tanıyordum gerçi ama anlam verememiştim."Benim Üniversitelerim", "Kan Konuşmaz","İnsan Nasıl İnsan Oldu" hatırlayabildiklerim...Bana okumayı öğreten,her fırsatta kitap alan,ısrarla kitapları sevdirmeye çalışan ağabeyimin neden onları yaktığına anlam veremiyor ama sormaya da çekiniyordum.Dedim ya gözleri doluydu çünkü.Hayatta çok az ağlarken gördüğüm,hatta ağlamamak için kendi kendine kurallar koyduğunu bildiğim ağabeyimin,gözünden düştü düşecek iki damla yaşla mücadelesini büyük bir tedirginlikle izliyordum.

Elindeki kitaplar bittiği zaman büyük bir telaşla kalkıp,ikimizin birlikte kaldığı odaya koştu.Göz açıp kapatıncaya kadar geri döndüğünde elindeki posteri gördüm ve dehşete düştüm.Kendi yatağının yanındaki duvara astığı ve benim her gece uyumadan mutlaka bir kez okuduğum posteri kazana yaklaştırdı.Bilmiyorum belki bugün bana öyle geliyor ama atmadan önce ciddi bir tereddüt yaşadığını gördüm.Hatta biraz zorlasam,o düşmesin diye mücadele ettiği damlalardan birinin süzüldüğünü bile söyleyebilirim...

Bütün cesaretimi toplayarak neden kitapları yaktığını sorduğumda,yutkunarak,"Çünkü onları yasakladılar,eğer evimizde bulurlarsa hapse atarlar bizi"dedi...

Kitabın yasaklanması,hele hele hapse atılmaya gerekçe olması 10 yaşında bir çocuk için anlaması güç bir durum tabii.Ama 14 yaşında bir çocuğun kitaplarını yakmak zorunda kalması çok daha büyük travma!

Yine de sormadan edemedim:
"Peki posteri niye yaktın"
"Üzerinde yazan sözler tehlikeliymiş"dedi ağabeyim sesi titreyerek...

Bugün bile çok net hatırlıyorum bana en çok şaşkınlık veren şey bu olmuştu.Poster çoktan tutuşmuştu ve üzerinden 30 sene geçtikten sonra bile hafızamdan çıkmayan,paltosuna sıkı sıkı sarınmış,iki yanı ağaçlıklı bir yolda yürüyen o kıvırcık saçlı adamın resmi, altında yazan 4 satır yazıyla yok olmaya başlamıştı:

"Sana düşman bana düşman,
Düşünen insana düşman.
Vatan ki bu insanların evidir,
Sevgilim O'nlar vatana düşman"

12 Ocak 2011 Çarşamba

Kur masayı Madam Despina...

Hayatımız değişiyor.
Yok,bahsettiğim öyle "değişmeyen tek şey değişim,dünyaya iyi sinyaller at,sana iyilik olarak dönsün" gibi romantik bir düşünce değil.
Yaşamımızın,yaşadığımız toprakların genetik kodları değişiyor.
Daha doğrusu birileri değişsin diye uğraşıyor.

Üzerine doğduğumuz -herşeye rağmen iyi ki de öyle- toprakların binlerce yılda biriktirdiği, elleriyle yarattığı imbiklerde damıttığı kültürümüz bambaşka bir yere sürükleniyor. Üniversitede bir hocam kültür tanımı yaparken "herşey gittikten sonra geriye kalandır" demişti. Çok sevmiştim bu tanımı.Doğruluğunu sınamak çok kolaydı çünkü.Anadolu'nun yetiştirdiği binlerce ozanın,yazarın ve şairin altındaki yıkılmaz zemini çok güzel anlatıyordu.

Son günlerde şu Alkol Yönetmeliği tartışılırken,aklımın bir yerinde sürekli olarak o söz dolaşıyor.
"Herşey gittikten sonra geriye kalan kültürdür"
İşte o rahatlıkla söylüyorum,kültürümüzle oynuyorlar,genetik kodumuzu değiştirmeye çalışıyorlar diye...
Kaç yıl oldu hatırlamıyorum ama bir gün Muş Ovası'na yüksekçe bir tepeden bakarken,aşağı doğru uzanan iç içe geçmiş, topraktan yapılma boru benzeri bir şey görmüştüm.Bize mihmandarlık yapan kişiye ne olduğunu sorduğumda,"çok eskiden dağda Ermeniler şarap yapar,yukarıda ezdikleri üzümü aşağıda biriktirmek için kullanırlarmış"demişti.Muş şarabını ilk kez orada duymuş bir kaç yıl sonra Paris'te bir şarap müzesi gezerken de yüzlerce yıldır saklanan bir örneğini görmüştüm.Sanırım artık Muş'ta günah olduğu gerekçesiyle şarap yapılmadığını hatta yöre halkının şarap fabrikalarına gidecek diye üzüm yetiştirmekten bile vazgeçtiğini söylememe gerek yok!

Şimdilerdeyse bir hatta bir kaç adım daha ileri götürülüyor iş.
İyi de nerede kaldı bizim hoşgörümüz o zaman?
Hani yaratılanı hoş görüyorduk yaratandan ötürü?
Niye Avrupa'da adam "insan insanın kurdudur" derken Anadolu'da "insan insanın zehirini alır" denmiş öyleyse?

Çünkü artık "ya bendensin ya değilsin" dönemidir!

Tamam da,ya "benden olmak" tanımıyla "kültür" tanımı aynı değilse?
Ya,"herşey gittikten sonra geriye kalan","senden" olmamı engelliyorsa?
Ne olacak o zaman?
"Ya sev,katlan ya da terk et" mi denilecek?
Günlük yaşamın temel anahtarı helâl-haram dengesi mi olacak?
Çözüm olmaz ki!
Oradaki tanımımız da farklı çünkü.
Çünkü sen "yasak" diyorsun kafadan...
Ama "herşey gittikten sonra geriye kalan" Hayyam bana kılavuzluk ediyor ve aklımı çeliyor gülümseyerek...

"Demişler ki haram nedir bilmez Hayyam,
Ben haramla helâli karıştırmam.
Dostla içilen şarap helâldir,
Puştla içilen su bile haram"

25 Ekim 2010 Pazartesi

AB'ye giden yol oradan(!) geçiyormuş!

İlahi adalet bu olsa gerek,Türkiye'nin 50 yıllık hayali gelip bir Romen hayat kadınının iki bacağının arasında düğümlendi!

Görmüşsünüzdür mutlaka,İstanbul'da bir fuhuş operasyonunda yakalanan ve AB üyesi Romanya vatandaşı bir hayat kadını gazeteciler ve polislere "bu kafayla AB'ye zor girersiniz" diye bağırdı.

E kadın haklı ne diyeyim?Sen yıllarca "AB üyeliği ne getirecek" sorusuna tatmin edici bir yanıt bulamaz,sadece "daha çağdaş daha modern olacağız" diye eveleyip gevelersen,senin adına biri cevabı verir,sen de sap gibi kalırsın böyle işte!

Oysa bak nasıl faydaları varmış AB üyeliğinin?Ortalama Türk erkeğinin hayallerini süsleyen, uzun boylu illa ki sarışın Romen kadınlara ulaşmanın yolu AB üyeliğiymiş de yıllardır bizden saklamışlar!Son kamuoyu yoklamalarına göre %40'lar civarına düşen AB desteğini arttırmanın yolu da belli oldu demektir...



Durum böyle olunca AB konusunda çalışmalarda bulunacak ekibimizi de değiştirmemiz gerekecek haliyle.

Öyle değil mi ya?Madem o topluluğa katılmanın yolu bu,var olan uzmanlarla nasıl becereceksin ki?Derhal harekete geçmemiz gerekiyor.Tez elden Nuri Alço başkanlığında yeni bir heyet oluşturup,dişinden tırnağından arttırdığı 100 Doları AB yolunda gözünü kırpmadan harcayabilecek yiğitlerimizi biraraya getirmeliyiz.



Yeter mi peki?

Asla...

Devlet politikamızı da buna göre yeniden şekillendirmek zorundayız.Mesela...

TOBB Başkanı'nın yıllarca uğraşarak belli noktaya getirdiği "işadamlarına yurtdışına çıkışta vize zorunluluğunu kaldırmak üzere yeşil pasaport verilmesi" uygulamasını derhal genişletmeliyiz.İlk aşamada yeşil pasaport verilemeyecek olsa bile,en azından devlet "çoklu giriş" içeren vizeyi kahraman Türk girişimcilerine(!) sağlamalı.Ne de olsa adam çoktan "çoklu girişi" kafaya koymuş durumda,devlet de bil el atsa fena mı olur?



Bir de mutlaka,geçmişten bugüne kadar detaylı bir inceleme yaparak,bu yolculukta rotayı yanlış yönlere çevirenlerden hesap sormalıyız.Ne de olsa evlere şenlik Anayasa değişikliğimizle 12 Eylülcülerden bile hesap sormak mümkün hale geldi,bu iş ondan daha mı az önemli?

Örneğin eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz bir an önce Meclis'te kurulacak bir komisyon tarafından sorgulanmalı.

Hatırlarsınız,kendisi "AB'ye giden yol Diyarbakır'dan geçer" sözüyle bilinir!E be adam,bu nasıl bir öngörü yoksunluğudur,nasıl bir basiretsizliktir ki,sen AB yolunu ta Diyarbakır'a kadar götürdün de,burnunun dibindeki komşunu görmedin?



Evet evet,başımıza ne geliyorsa,devlet yönetiminden anlamayan insanlardan geliyor!

31 Ağustos 2010 Salı

Sen gel,sen gel,sıvadan anlıyorsan sen de gel...

Öyle saçma günler yaşıyoruz ki...
Şunun şurasında 15 günden az kaldı referanduma ama hâlâ insanlar ne için oy kullanacaklarını bilmiyor!
Evet iddia ediyorum bilmiyor.
Aylar önce,Meclis'teki Anayasa değişiklik görüşmeleri sırasında toplumda herkes Anayasa uzmanı olmuştu.Sabahlara kadar devam eden görüşmeler üzerine bilen bilmeyen ahkâm kesiyordu ekranlarda.Bu kadar da değil üstelik,sokak röportajları yapılınca görüyorduk ki her ev sessiz sedasız birer Anayasa profesörü yetiştirmiş de haberimiz yok!
Her sokak başında bir Mümtaz Soysal,her alışveriş merkezinde bir Kezban Hatemi var...
Paketin içeriği hakkında öyle atıp tutuyor ki insanlar değme profesörü cebinden çıkartır vallahi...

Ama asıl sıkıntılı grup "tatlı su önderleri"

"Efendim,ben 12 Eylül'cülerle hesaplaşmak için evet diyeceğim,yıllardır bugünü bekledim" Sanırsın ki o sıkıntılı günlerde,250 bin insan bir gecede gözaltına alınıp kıçlarına cop sokulurken ortalığı birbirine katmış arkadaş...O garibanlar elektrik altında bağıra çağıra işkence görürken kendisi de ses çıkartmış...
Nerdeee?

Hele uyduruk filmlerini "toplumsal içerikli"diye millete ittirip "toplumcu" olan bazıları yıllar sonra "kır şişeyi dön köşeyi" hesabından zenginleşince bir anda demokrat oluvermediler mi,en çok o dokunuyor kanıma...

12 Eylül'cülerle hesaplaşacakmış...Pabucumun demokratı!

Aslında şaşırmamak gerek,bu insanlara sanatçı diyen hatta abartıp "usta" sıfatını yakıştıran bizlerde kabahat.Toplum ne olduğunu,nereden geldiğini şaşırınca böyle olması kaçınılmaz çünkü...

Dün Müjdat Gezen'i izledim bir programda,kendisine sorulan "paketin içinde sizi en rahatsız eden nedir" sorusuna öyle bir yanıt verdi ki,hani yakınımda olsa atlayıp yanaklarından şapır şupur öpecektim."Beni ilgilendiren paketin içi dışı değil,ben bu toplumun yani bu geminin nereye gittiğiyle ilgileniyorum ve görüyorum ki bu gidiş gidiş değil!Biz hepten faşist bir yönetime sürükleniyoruz.O yüzden (hayır) diyeceğim ben bu referandumda.Çünkü 12 Eylül berbattı,benim ayağıma kitap yazdım diye zincir vurdular ama bu sivil 12 Eylül daha da berbat"

Yıllar önce kendisiyle yaptığım bir röportajda zamanın Futbol Milli Takımı Teknik Direktörü Mustafa Denizli ilginç birşey anlatmıştı.Mustafa hoca geceleri kamptan döndükten sonra evine hemen giremezmiş.Önce arabasının farlarını kapatır apartmanı kolaçan edermiş uzaktan. Korktuğu da apartmanın kapıcısı...
Çünkü bu arkadaş tadını o kadar kaçırmış ki işin,artık takım için tavsiyede bulunmayı falan geçmiş,ufak kağıtlara kadro yapıp-hem de alternatifli- her gelişinde eline tutuşturuveriyormuş hocanın.Bunu anlattıktan sonra da demişti ki Denizli "anladım ki bu ülkede siyasetle futboldan anlamayan kimse yok"

Hâl böyle olunca ne söylesek boş,zaten söylenmesi gerekeni de yıllar önce atalar söylemiş:
Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz!