2 Mayıs 2012 Çarşamba

Şehrin dibinde,tam o saat...


“Belli”dedi.”O kadar çaresizsin ki,benim gibi bitik görünümlü bir adamın bile yardımı dokunur mu diye merak ediyorsun!”

Haklıydı...

Ne yapacağımı,nereye gideceğimi bilmez halde sokaklarda dolaşıp duruyordum saatlerdir.Sanki boğulacakmış gibi hissederek,iş yerinden dışarı fırlamıştım.Önce iyi bildiğim caddelerde amaçsızca turlamış,sonra bunun ruhuma derman olmayacağını hissederek şehrin en dibine vurmuştum kendimi.Hayatımı geçirdiğim şehrin belki de ilk kez gördüğüm bu sokağına niye girdiğimi de hatırlamıyordum.Ne bileyim,belki de vardı “kader” denen şey.Belki bu sokağı,bu izbeliği ve bu adamı görmem,tanımam gerekiyordu...

Kişisel gelişim kitaplarındaki örnekler gibi oldu değil mi?”Evren içinizde,kendinizi kasmayın.Yaşam,siz hazır olduğunuzda gereken herşeyi karşınıza çıkartacaktır.” Yalnız şöyle bir fark var ki,benim ne gelişecek halim ne de bunun için arzum vardı.

Hava kararmaya yüz tutmuştu.Çocukluğumdan beri severdim bu saatleri.Hani annenin “artık eve gel,akşamın körü oldu” diye sokaktaki çocuğunu çağırdığı saat vardır ya,işte o saatti tam.Çocuğun en mutlu ama en yorgun olduğu saat.Babanın eve gelmesine bir tık kala...

Çözülen bağcığımı sağlamlamak için durmuş,yere eğilmiştim ki sesini duydum:

“Sadece ayakkabının bağı mı düzgün olmayan” dedi önce.

Kafamı yerden kaldırıp baktığımda,kıyafeti dikkatimi çekti önce.En az 30 senelik gri takım elbisesi,kim bilir kaç yıldır düğümü açılmamış kalın siyah kravatı ve bu dökük haline hiç uymayacak kadar iyi durumda,parlak rugan ayakkabıları.

“Bana mı dediniz” diye sordum anlamsızca.Tabii bana sormuştu.Kimseler yoktu ki etrafta benden başka.Zaman kazanmaya çalışıyordum aslında.Ne yalan söyleyeyim görüntüsü korkutmuştu beni çünkü.Takım elbiseli haline rağmen,birbirine karışmış saçı sakalı-bir de çökmeye başlayan akşam karanlığı eklenince- ürpertmişti.

Anlamış olacak ki,”korkma” dedi hemen.”Korkma sana birşey yapacak değilim.Hem birşey yapmaya niyetli olsam bile,bu gençliğinle iki dakikada alaşağı edersin beni”

“Yok,estağfurullah”diyerek ikinci saçma cümlemi kurdum,ne gerek vardıysa...Bize,bütün “iyi yetiştirilmiş” çocuklara böyle öğretilmişti çünkü. “Kibar ol,nazik ol,kırma kimseyi”

Kimseyi kırma ki,o “kimseler” hayatının içine rahatlıkla sıçabilsin!

“Ne yapıyorsun buralarda?” diye sordu sonra.”Buralarda” sözünde etrafındaki yoksulluğu,pisliği,döküklüğü o kadar sahiplenen bir ton vardı ki,kendimi bahçesine izinsiz girmiş gibi hissettim bir anda.

“Geziniyordum”diyebildim sadece,üçüncü abuk cümlemi düşünmeden kurarak.Söylediğime ben de inanmamıştım aslında ama ilk kez gördüğüm kir pas içinde bir adama hayatımı anlatacak değildim herhalde.

“Belli ki vaktin bol,bana eşlik eder misin” dedi elindeki şarap şişesini göstererek.

Yine haklıydı...

Vakitten bol birşey yoktu hayatımda,o kadar amaçsızdım,o kadar belirsizdi ki günlerim,”olur” deyiverdim.

Konuşmadan,hemen yanındaki yıkık duvarı gösterdi eliyle,yürüdüm,yanına oturdum.Elindeki şarap şişesini uzattı “önce sen iç”dedi,ilk ben içersem iğrenir içmezsin sonra.”Aldım şişeyi,açtım bir yudum içtim.İğrençti tadı,üzerine bakıp adını öğrenmek bile istemedim.

Ben.

Daha dün o pahalı restoranda,kavın en pahalı Cabernet’sini seçip şişesine 250 lira ödemek için 20 dakika uğraşan ben!

“Merak etme,ikinci fırtta tadı düzelir,alışık omadığın için öyle geldi sana” diyerek güldü.Ben de gülümsedim.

“İstersen sen anlatma,ben tahmin edeyim seni buralara getiren şeyi” dedi. Hoşuma gitmişti bu oyun “tamam”dedim.

“Çok üstüne geldi hayat”dedi.”Anlayamıyorsun artık insanları,herkesten bir kazık yiyeceğinden eminsin ve katlanamıyorsun”

“O’nun gibi birşey işte”dedim.”Önemi var mı,ne farkeder,oturduk şarabımızı içiyoruz işte”

“Önemi olmaz olur mu hiç”dedi.”Seni şehrin en dibine kadar sürüklediyse derdin,önemli olmalı.En azından senin için”

“Diyelim ki benim için çok önemli bir derdim var,seni niye ilgilendiriyor ki bu”diye sordum,belki de hayatta ilk kez haddimi aşarak.Öyle ya,iki dakikada “siz”den “sen”e geçmiştim ve bu benim için atomun parçalanması kadar zordu.Hep yaşamıştım bu sıkıntıyı.Çevremdeki pek çok insan senli benli olup muhabbetin kıvamını iki dakikada koyulaştırırken,ben hep beklemeyi seçerdim.İsterdim ki,insanlar bana yaklaşsın,önce O’nlar yıksın “siz”den “sen”e geçen duvarı.

“Sen beni buldun hatırlatırım”dedi yine gülümseyerek.”Buraya gelen sensin”

“İyi de derdimi soran,şarabını ikram eden de sensin”diye cevap verdim.Hakikaten kendimi aşmış olmalıydım.Asla yapamayacağım şeydi böyle pattadanak cevap vermek.Aklıma verilecek iyi bir cevap,racon kesecek bir cümle gelse bile susardım çünkü her zaman.

“İhtiyacın olmasa derdini sormazdım,şarabı da tek başıma içebiliyorum çok şükür”diye yanıtladı bu çıkışımı.

Sıkıştırmıştı beni.

Cevap vermeliydim ama insan olmayan birşeyi veremez ki...

“Peki”dedim.”Haklısın,üstüme geliyor hayat.Hatta o kadar geliyor ki,artık bir çıkış bulamıyorum.İnsanlar öldürüyor beni.O kadar kötüler ki,mücadele edemeyeceğimi hissediyorum.Yenildim galiba ve bunu kabullenmekte zorlanıyorum”

Derdimi bu kadar kolay anlatmam beni iyice afallatmıştı.Genelde dert dinleyen-öğünmek gibi olmasın ama- çoğu zaman da sorana akıl verebilecek kadar çözüm üreten ben,belki de ilk kez sıkıntımı tanımadığım bir adama anlatıyordum.

Aklım uçtu bir anda.Konduğu yer Strazburg’da bir bardı.Karşımda o akşam tanıştığım Türk bar sahibi,ilk kez gördüğüm Fransız nişanlısı ve O nişanlının evlerden ırak annesi vardı.Bar sahibi genç adam siyasi nedenlerden dolayı Türkiye’yi terketmiş,serseri kuzeni sayesinde Fransa’ya gelip,uzun maceralar sonucunda bar sahibi olmuştu.Bizi o akşam tanıştıran dostumla da yakın arkadaştı.O kadar yakın ki,adamın bir alkolik olduğunu bilen arkadaşım birden “bana müsaade” diyerek hareketlenince benim esaretimin gece boyu süreceğinden adı kadar emindi.Ben de yerimden kalkmaya çalışmış ama bar sahibinin “biraz otursan dertleşsek” sözüyle yerime çivilenmiştim.Birbirimize gece boyu olmayacak kadar derin sırlarımızı anlatmış ve içmiştik.Ben bir ara “bunları kimseye anlatmamıştım biliyor musun” deyince adam”normaldir,birbirimizi bir daha görmeyeceğimiz için ben de sana hayatımın her sırrını verdim”demişti.Sonra da adamın kavgalı olduğu Fransız nişanlısı,aşağılığın en dibi müstakbel kayınvalidesi gelmiş,ben de sabaha kadar anlamadığım bir dilde süren saçma kavgaya tanık olmuştum.

Yani insan en çok bilmediği,bir daha göremeyeceği insanlara açıyordu derdini ve ben bunu yaşamıştım.İlk değildi yani bu!

Akıl kuşum tekrar benim şehrime dönünce,ne kadar süredir konuştuğunu bilmediğim adamı dinlemeye başladım.

“İnsanların içine girince boğulacağından korkuyorsun biliyorum ama korkma”dedi.”Çoğunun derinliği diz kapağını bile geçmez.Sen korktuğun için büyük görünür çoğu zaman insanlar gözüne.Sen yanlarına o kadar küçülmüş gidersin ki,herkes dev gibi gelir sana.Hepsi hayatın bütün sırlarını bilir gibi,her derdin çözümünü bulmuş gibi.Oysa öyle değildir.O’nlar senin küçülerek geldiğini anladıkları anda yürürler üzerine.Herkes kendine göre zayıf olanda test eder kendini ki yenilmesin”  

Şişeyi ne zaman yarıladığımızı hatırlamıyordum ama dilim bu kadar çözüldüğüne göre epeydir içiyor olmalıydık.

“Peki”dedim,”bir tek ben mi farkındayım bunun,bir tek ben mi yaşıyorum bu sıkıntıyı ki dayanamayacak hale geliyorum?”

“Yok”dedi adam.”Sen bunu itiraf edecek kadar dürüstsün sadece.Diğerleri bu oyunu riyakarca sürdürmekten memnun.Gittiği yere kadar devam edecekler,sonra bir gün O’nlar da yüzleşecekler kendileriyle,şehrin başka bir köşesinde”

Şimdi düşünüyorum da,konuşmaya başlarken delirdiğimden emindim ama o saçı sakalı birbirine karışmış adamı dinledikçe anladım ki,daha almam gereken çok yol var.

“Yalnızlıktan” dedi sonra.

“Hepsi yalnızlıktan.Tek elinle sıkıca tut hayatı.Öbür elin boşta kalsın ki,o eli tutmayı hakedeni bulunca yakalayabilesin...”

Şarap bitti sonra.

Söz bitti.

Ben iyi bildiğim şehrimin caddelerinden,iyi bildiğim yolları geçerek evime döndüm.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. Hani annenin “artık eve gel,akşamın körü oldu” diye sokaktan çocuğunu çağırdığı saat vardır ya,işte o saatti tam.Çocuğun en mutlu ama en yorgun olduğu saat.Babanın eve gelmesine bir tık kala...

                                                        Ankara,1 Mayıs 2012


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder