Kısacık bir haber çocukluğuma döndürdü beni."Brezilya'nın efsanevi futbolcusu Sokrates öldü" İnternet ortamında hızla yayılan bu haberin ardından kendimi 12-13 yaşında buluverdim. Sabah sokağa çıkan,aralarda sadece acıktıkça eve uğrayan o çocuktum yine...
Biliyorum şimdiki çocuklar için çok anlaşılır değil bunlar.Çünkü pek çoğunun sabah çıkıp acıkıncaya kadar özgürce oynayacağı bir sokak yok.Hatta bir çoğunun oyunu sokakta paylaşacağı bir arkadaşı bulunmadığını da biliyorum.Ama benim yaş kuşağım için öyleydi işte. Hayat sokakta arkadaşlarla paylaşılan,çünkü eve sığmayan bir şeydi.İçimizden çok azının-o da Almancı bir akraba ya da sıklıkla yurtdışına giden bir baba sayesinde olabilirdi- evde oyun kurmaya yarayacak afili bir oyuncağı vardı.Zaten öyle çocuklar da-çoğunlukla kıskançlıktan evet- sokaktaki oyunlardan dışlandığı için bir süre sonra oyuncağı evde bırakıp,ortalama çocuklardan oluşan arkadaş grubuna,yani sokağa koşardı.
İşte o günlerin ortak paydalarından biri de kendini futbolculara,televizyon kahramanlarına benzetmek,daha doğrusu bugünün moda deyimiyle özdeşleştirmekti.Her çocuğun,adıyla anıldığı bir ünlü futbolcu ya da televizyon yıldızı bulunur, evinin önünden yırtınarak sokağa çağrılırken bile gerçek adı yerine genelde o isim kullanılırdı. Zavallı büyükler,çoğunlukla evlerinin önünde avaz avaz "Zikoooooo geliyor musun" ya da "Kolombooo gelmiyorsan başlıyoruz bak" diye bağıran çocuklara,anlamsız gözlerle bakardı.
Daha Andy Warhol şöhret için süre belirlememişti ve biz kendi içimizde yarattığımız eşitliğe dayanan-öyle ya herkes istediği kişi olabildiği için farkımız kalmıyordu- ünlü olma durumuyla abartmadan yaşayıp gidiyorduk.Sadece biz değil ailelerimiz de ortalamaydı çünkü. Arkadaşlarımın bazılarının anne-babası "dairede" çalışır,en kabadayısı haftada bir mecbur kalınınca okul sonrası ziyaret edilen o "daire" eşitliğimizi bozamazdı.Ben annemin ev kadını olmasının tadını dibine kadar çıkartırken,mahallenin tüm acıkan çocuklarını da toplayıp eve götürdüğüm ve sevgili annem hiç sokurdanmadan onlara da birer lokma yemek hazırlayabildiği için eşitliği bozmadan yaşayabilirdim.Biz eşittik çünkü,ailelerimiz de eşitti.Bazıları bunun yerine "vasat" kavramını da kullanabilir ama her ne kadar Osmanlıca'da ortalamanın karşılığı da olsa ben sevmem bu kelimeyi.Altındaki ima rahatsız eder beni.Geçmişiyle barışamayan bazılarının hazımsızlığını hatırlatır hep...
Ben o zamanlar Sokrates'tim işte.Sakallı,güler yüzlü,sahada tay gibi fiziğiyle süper top oynayan Sokrates.İçten içe de öğünürdüm kendime kahraman olarak O'nu seçtiğim için.Çünkü o zaman Messi'nin okul çantasına ne koyduğunu yalan yanlış internet bilgilerinden araklayıp bize satan spor spikerlerinin yerine acayip gazeteciler vardı.Ve onların yazdıklarından Dünya Kupası'nın yıldızlarından Sokrates'in,ülkesinde yoksul çocukların tedavilerini parasız yapan bir doktor olduğunu öğrenmiştim.Eşit'in kralıydı yani benim adamım!
Sakallarım çıkmamıştı daha...
Fiziğim desen alâkası yok,tombiktim çünkü...
Olsun.
Ben eşitlerin kralını,kendime kahraman seçmiştim.O gür sakallarıyla,tay gibi fiziğiyle sahada koşturdukça,içten içe gururlanır,ben de oradaymışım gibi sevinirdim.
Öldü.
Bu kadar işte,ölüverdi.
Hastalığı neydi,ne kadar yaşlanmıştı bilmiyorum.Hiçbiri umurumda değil.Çünkü ben 12 -13 yaşındayken kaç yaşındaysa o yaşta kalacak hep.Yoksa ben çocukluğumu yitiririm.Bir daha kendimi O'nun gibi göremem o zaman...
Güle güle güzel adam.
Güle güle çocukluğumun kahramanı.
Güle güle çocukluğumun "ben"i...
Ebedi eşitlikte iyi istirahatler.
Bu arada biz demin;Ziko,Kolombo,Yuki falan oynamaya çıktık.
"Ben" oynamadım ama, içimden gelmedi...
4 Aralık 2011 Pazar
10 Mayıs 2011 Salı
Formula 1-Özel Hayat 0
20 araba tam 58 tur atıyor pistte ve resmi rakamlara göre 41 bin kişi çıplak gözle tribünden, gayrı resmi rakamlarla yüz milyonlarca kişi de ekranlarından izliyor yaklaşık 1,5 saat boyunca...
Üzerlerindeki milyonlarca çift göze aldırmadan,sanki dünyada kendilerinden başka önemli hiç bir şey yokmuş gibi davranıyor ünlü pilotlar.Lâfın gelişi değil hem de gerçekten kendilerinden başka hiç bir şeyi,hiç kimseyi önemsemiyorlar...
Aslına bakarsanız,yarış takımlarının tüm ekibinde aynı durum söz konusu.
Cumartesi akşamı yani yarıştan bir gece önce Ferrari takımının iki pilotuyla ayaküstü konuşuyoruz.Hem Massa'da hem Alonso'da aynı "bitse de gitsek" yüz ifadesi var.Önceleri alınıyorum bu duruma ama çok geçmeden anlıyorum ki tavırları bize özel değil.Yani ortada öyle hepimizin genlerine işlemiş "bu gavurlar bizi sevmez,Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" durumunu kovalayacak bir davranış bulunmuyor.Massa kısa ve son derece klişe cümlelerle ikide bir "3 kere kazandım,İstanbul benim için çok özel" diye geveleyip duruyor.Alonso ise olaya tamamen "aman hocam beni karıştırmayın,bak bu arkadaş 3 kez kazandı İstanbul'da, ne sorunuz varsa O'na sorun"tribinde...
Bu kadar sıkıştırılmış bir zaman diliminde takdir edeceğiniz gibi anlamsız bir muhabbet yaşanıyor ve iki pilot izin isteyip ayrılıyor ortamdan.Elim böğrümde kalınca can havliyle takımın medya sorumlusu Nigel'a yapışıyorum.Hiç olmazsa bu hayatı bana anlatmasını istiyorum.Yaklaşık 30 senedir yarış dünyasında olan Nigel'ın aşırı profesyonel tavrını görünce de ikinci kez kıç üstü oturuyorum.Adam acayip koyu bir İngiliz aksanıyla "yarın"diyor. "Yarın pit-stop dahil,heryeri gezeceksiniz,o zaman sorarsın ne merak ediyorsan"...
Yedik mi ikinci darbeyi de?
Son çare Nigel'ın yardımcısı Joseph adındaki gençle konuşmak.Son derece umutsuz bir şekilde yaklaşıp "kaç yıldır bu işi yapıyorsun" gibi anlamsız bir soru yöneltiyorum yarım ağızla.
Ve...Beklemediğim cevap geliyor bir anda. "7" diyor."29 yaşındayım ve 7 yıldır bu işteyim.Artık çok yoruldum ama..."
Hah be birader.
İşte bu!
Bir anda aramızda manasız bir güven ortamı doğuyor ve garibim dökülüyor bir bir...
"İsviçre'de doğdum ve orada yaşıyorum.Yani adresim orada ama ben pek uğrayamıyorum. 3 yıldır ciddi bir ilişkim var.Kız arkadaşım Macaristan'da oturuyor.Doğru düzgün görüşemiyoruz ama çok seviyorum O'nu"
Hoppala...
Formula'dan Sabahın Seda'sına geçiyoruz bir anda.Adam birazdan ağlamaya başlamaz inşallah!
Neyse ki korktuğum olmuyor .Tam aksine Joseph son derece akıllı cümlelerle müthiş bir eleştiri yapmaya başlıyor:
"Burası bir sirk!İnan bana.Biz de sirkin çalışanlarıyız.Biliyor musun,bu işe ilk başladığımda en çok neden rahatsız olmuştum?İnsanların bana bakmasından!Bir süre sonra anladım ki herkes verdiği paranın karşılığını almaya çalışıyor.Yani kendileri için birşey yapmamı bekliyorlar. O günden beri de benden istenileni yapıyorum işte...Gittiğimiz her yere sirk çadırımızı kuruyor, gösterimiz bitince de söküp bir sonraki noktaya doğru yola çıkıyoruz"
"Peki kız arkadaşın"diyecek oluyorum."Onunla aynı yerde yaşasanız daha iyi olmaz mı"
"Ne farkeder ki" diye yanıtlıyor."Kime göre aynı yer?Aynı diye bir şey yok ki.Ben yarın akşam buradan Barselona'ya hareket edeceğim.Sonrasında 3 gün iznim var.Bakalım Avrupa'da bir yerde buluşuruz herhalde"
"Peki daha kaç yıl bu işi yapacaksın"diye soruyorum,"En fazla 3"diyor,"sonrasında da ne yapacağımı bilmiyorum.Ama kesinlikle kararlıyım.Bu işi bırakınca uzunca bir süre aynı yerde oturacağım"
....
Ertesi sabah yarış için buluştuğumuzda,Nigel gerçekten de bütün sorularımıza yanıt veriyor,yani teknik olanlara...
Bir yarış arabasının 2 saniyede 146 kilometre sürate ulaştığından,tamamen parçalanması durumunda aynısının 9 saatte yapılabileceğine kadar bir sürü ayrıntı anlatıyor.
Benim kafamdaysa Joseph'ın "burası bir sirk ve insanlar verdikleri paranın karşılığını almak isterler" sözü çınlayıp duruyor...
Sonra yarış başlıyor...
20 araba...
58 tur...
Dönüp duruyorlar...
Üzerlerindeki milyonlarca çift göze aldırmadan,sanki dünyada kendilerinden başka önemli hiç bir şey yokmuş gibi davranıyor ünlü pilotlar.Lâfın gelişi değil hem de gerçekten kendilerinden başka hiç bir şeyi,hiç kimseyi önemsemiyorlar...
Aslına bakarsanız,yarış takımlarının tüm ekibinde aynı durum söz konusu.
Cumartesi akşamı yani yarıştan bir gece önce Ferrari takımının iki pilotuyla ayaküstü konuşuyoruz.Hem Massa'da hem Alonso'da aynı "bitse de gitsek" yüz ifadesi var.Önceleri alınıyorum bu duruma ama çok geçmeden anlıyorum ki tavırları bize özel değil.Yani ortada öyle hepimizin genlerine işlemiş "bu gavurlar bizi sevmez,Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" durumunu kovalayacak bir davranış bulunmuyor.Massa kısa ve son derece klişe cümlelerle ikide bir "3 kere kazandım,İstanbul benim için çok özel" diye geveleyip duruyor.Alonso ise olaya tamamen "aman hocam beni karıştırmayın,bak bu arkadaş 3 kez kazandı İstanbul'da, ne sorunuz varsa O'na sorun"tribinde...
Bu kadar sıkıştırılmış bir zaman diliminde takdir edeceğiniz gibi anlamsız bir muhabbet yaşanıyor ve iki pilot izin isteyip ayrılıyor ortamdan.Elim böğrümde kalınca can havliyle takımın medya sorumlusu Nigel'a yapışıyorum.Hiç olmazsa bu hayatı bana anlatmasını istiyorum.Yaklaşık 30 senedir yarış dünyasında olan Nigel'ın aşırı profesyonel tavrını görünce de ikinci kez kıç üstü oturuyorum.Adam acayip koyu bir İngiliz aksanıyla "yarın"diyor. "Yarın pit-stop dahil,heryeri gezeceksiniz,o zaman sorarsın ne merak ediyorsan"...
Yedik mi ikinci darbeyi de?
Son çare Nigel'ın yardımcısı Joseph adındaki gençle konuşmak.Son derece umutsuz bir şekilde yaklaşıp "kaç yıldır bu işi yapıyorsun" gibi anlamsız bir soru yöneltiyorum yarım ağızla.
Ve...Beklemediğim cevap geliyor bir anda. "7" diyor."29 yaşındayım ve 7 yıldır bu işteyim.Artık çok yoruldum ama..."
Hah be birader.
İşte bu!
Bir anda aramızda manasız bir güven ortamı doğuyor ve garibim dökülüyor bir bir...
"İsviçre'de doğdum ve orada yaşıyorum.Yani adresim orada ama ben pek uğrayamıyorum. 3 yıldır ciddi bir ilişkim var.Kız arkadaşım Macaristan'da oturuyor.Doğru düzgün görüşemiyoruz ama çok seviyorum O'nu"
Hoppala...
Formula'dan Sabahın Seda'sına geçiyoruz bir anda.Adam birazdan ağlamaya başlamaz inşallah!
Neyse ki korktuğum olmuyor .Tam aksine Joseph son derece akıllı cümlelerle müthiş bir eleştiri yapmaya başlıyor:
"Burası bir sirk!İnan bana.Biz de sirkin çalışanlarıyız.Biliyor musun,bu işe ilk başladığımda en çok neden rahatsız olmuştum?İnsanların bana bakmasından!Bir süre sonra anladım ki herkes verdiği paranın karşılığını almaya çalışıyor.Yani kendileri için birşey yapmamı bekliyorlar. O günden beri de benden istenileni yapıyorum işte...Gittiğimiz her yere sirk çadırımızı kuruyor, gösterimiz bitince de söküp bir sonraki noktaya doğru yola çıkıyoruz"
"Peki kız arkadaşın"diyecek oluyorum."Onunla aynı yerde yaşasanız daha iyi olmaz mı"
"Ne farkeder ki" diye yanıtlıyor."Kime göre aynı yer?Aynı diye bir şey yok ki.Ben yarın akşam buradan Barselona'ya hareket edeceğim.Sonrasında 3 gün iznim var.Bakalım Avrupa'da bir yerde buluşuruz herhalde"
"Peki daha kaç yıl bu işi yapacaksın"diye soruyorum,"En fazla 3"diyor,"sonrasında da ne yapacağımı bilmiyorum.Ama kesinlikle kararlıyım.Bu işi bırakınca uzunca bir süre aynı yerde oturacağım"
....
Ertesi sabah yarış için buluştuğumuzda,Nigel gerçekten de bütün sorularımıza yanıt veriyor,yani teknik olanlara...
Bir yarış arabasının 2 saniyede 146 kilometre sürate ulaştığından,tamamen parçalanması durumunda aynısının 9 saatte yapılabileceğine kadar bir sürü ayrıntı anlatıyor.
Benim kafamdaysa Joseph'ın "burası bir sirk ve insanlar verdikleri paranın karşılığını almak isterler" sözü çınlayıp duruyor...
Sonra yarış başlıyor...
20 araba...
58 tur...
Dönüp duruyorlar...
25 Mart 2011 Cuma
Düşüncenin düşmanları...
Benden 4 yaş büyük ağabeyimin gözlerinin dolduğunu çok iyi hatırlıyorum.
Hatta en net O'nu hatırlıyorum desem sanırım yanlış olmaz...
Çocukluğumuzda büyük bir mutlulukla girdiğimiz,mis gibi yanık odun kokan sıcacık banyomuzdaydık.Büyük ihtimalle şimdilerde kimsenin bilmediği,kendi oğluma anlatsam fantastik bir uzay aracı gibi gelecek bakır banyo kazanımızın önündeydik.
Ağabeyim,büyük bir aceleyle elindeki gazete sayfasından biraz küçük kağıtları parçalayıp kazana atıyordu.Ateş o kadar büyümüştü ki biraz da korktuğumu hatırlıyorum.Yine de buraya kadar normalin çok dışında bir durum yaşanmıyordu.Banyo kazanımız yanacak,neşe içinde sırayla yıkanacağız sanıyordum çünkü.
Kağıtlar bittikten sonra alışılmamış bölüm başladı.Ağabeyim elinde kitaplarla girdi banyoya ve parçalamadan atmaya başladı hepsini.Bunu yaparken de bir önce attığının yandığından iyice emin olmaya çalışıyordu.O yanar yanmaz hemen sıradakini atıveriyordu.
Kazana attığı kitapları tanıyordum gerçi ama anlam verememiştim."Benim Üniversitelerim", "Kan Konuşmaz","İnsan Nasıl İnsan Oldu" hatırlayabildiklerim...Bana okumayı öğreten,her fırsatta kitap alan,ısrarla kitapları sevdirmeye çalışan ağabeyimin neden onları yaktığına anlam veremiyor ama sormaya da çekiniyordum.Dedim ya gözleri doluydu çünkü.Hayatta çok az ağlarken gördüğüm,hatta ağlamamak için kendi kendine kurallar koyduğunu bildiğim ağabeyimin,gözünden düştü düşecek iki damla yaşla mücadelesini büyük bir tedirginlikle izliyordum.
Elindeki kitaplar bittiği zaman büyük bir telaşla kalkıp,ikimizin birlikte kaldığı odaya koştu.Göz açıp kapatıncaya kadar geri döndüğünde elindeki posteri gördüm ve dehşete düştüm.Kendi yatağının yanındaki duvara astığı ve benim her gece uyumadan mutlaka bir kez okuduğum posteri kazana yaklaştırdı.Bilmiyorum belki bugün bana öyle geliyor ama atmadan önce ciddi bir tereddüt yaşadığını gördüm.Hatta biraz zorlasam,o düşmesin diye mücadele ettiği damlalardan birinin süzüldüğünü bile söyleyebilirim...
Bütün cesaretimi toplayarak neden kitapları yaktığını sorduğumda,yutkunarak,"Çünkü onları yasakladılar,eğer evimizde bulurlarsa hapse atarlar bizi"dedi...
Kitabın yasaklanması,hele hele hapse atılmaya gerekçe olması 10 yaşında bir çocuk için anlaması güç bir durum tabii.Ama 14 yaşında bir çocuğun kitaplarını yakmak zorunda kalması çok daha büyük travma!
Yine de sormadan edemedim:
"Peki posteri niye yaktın"
"Üzerinde yazan sözler tehlikeliymiş"dedi ağabeyim sesi titreyerek...
Bugün bile çok net hatırlıyorum bana en çok şaşkınlık veren şey bu olmuştu.Poster çoktan tutuşmuştu ve üzerinden 30 sene geçtikten sonra bile hafızamdan çıkmayan,paltosuna sıkı sıkı sarınmış,iki yanı ağaçlıklı bir yolda yürüyen o kıvırcık saçlı adamın resmi, altında yazan 4 satır yazıyla yok olmaya başlamıştı:
"Sana düşman bana düşman,
Düşünen insana düşman.
Vatan ki bu insanların evidir,
Sevgilim O'nlar vatana düşman"
Hatta en net O'nu hatırlıyorum desem sanırım yanlış olmaz...
Çocukluğumuzda büyük bir mutlulukla girdiğimiz,mis gibi yanık odun kokan sıcacık banyomuzdaydık.Büyük ihtimalle şimdilerde kimsenin bilmediği,kendi oğluma anlatsam fantastik bir uzay aracı gibi gelecek bakır banyo kazanımızın önündeydik.
Ağabeyim,büyük bir aceleyle elindeki gazete sayfasından biraz küçük kağıtları parçalayıp kazana atıyordu.Ateş o kadar büyümüştü ki biraz da korktuğumu hatırlıyorum.Yine de buraya kadar normalin çok dışında bir durum yaşanmıyordu.Banyo kazanımız yanacak,neşe içinde sırayla yıkanacağız sanıyordum çünkü.
Kağıtlar bittikten sonra alışılmamış bölüm başladı.Ağabeyim elinde kitaplarla girdi banyoya ve parçalamadan atmaya başladı hepsini.Bunu yaparken de bir önce attığının yandığından iyice emin olmaya çalışıyordu.O yanar yanmaz hemen sıradakini atıveriyordu.
Kazana attığı kitapları tanıyordum gerçi ama anlam verememiştim."Benim Üniversitelerim", "Kan Konuşmaz","İnsan Nasıl İnsan Oldu" hatırlayabildiklerim...Bana okumayı öğreten,her fırsatta kitap alan,ısrarla kitapları sevdirmeye çalışan ağabeyimin neden onları yaktığına anlam veremiyor ama sormaya da çekiniyordum.Dedim ya gözleri doluydu çünkü.Hayatta çok az ağlarken gördüğüm,hatta ağlamamak için kendi kendine kurallar koyduğunu bildiğim ağabeyimin,gözünden düştü düşecek iki damla yaşla mücadelesini büyük bir tedirginlikle izliyordum.
Elindeki kitaplar bittiği zaman büyük bir telaşla kalkıp,ikimizin birlikte kaldığı odaya koştu.Göz açıp kapatıncaya kadar geri döndüğünde elindeki posteri gördüm ve dehşete düştüm.Kendi yatağının yanındaki duvara astığı ve benim her gece uyumadan mutlaka bir kez okuduğum posteri kazana yaklaştırdı.Bilmiyorum belki bugün bana öyle geliyor ama atmadan önce ciddi bir tereddüt yaşadığını gördüm.Hatta biraz zorlasam,o düşmesin diye mücadele ettiği damlalardan birinin süzüldüğünü bile söyleyebilirim...
Bütün cesaretimi toplayarak neden kitapları yaktığını sorduğumda,yutkunarak,"Çünkü onları yasakladılar,eğer evimizde bulurlarsa hapse atarlar bizi"dedi...
Kitabın yasaklanması,hele hele hapse atılmaya gerekçe olması 10 yaşında bir çocuk için anlaması güç bir durum tabii.Ama 14 yaşında bir çocuğun kitaplarını yakmak zorunda kalması çok daha büyük travma!
Yine de sormadan edemedim:
"Peki posteri niye yaktın"
"Üzerinde yazan sözler tehlikeliymiş"dedi ağabeyim sesi titreyerek...
Bugün bile çok net hatırlıyorum bana en çok şaşkınlık veren şey bu olmuştu.Poster çoktan tutuşmuştu ve üzerinden 30 sene geçtikten sonra bile hafızamdan çıkmayan,paltosuna sıkı sıkı sarınmış,iki yanı ağaçlıklı bir yolda yürüyen o kıvırcık saçlı adamın resmi, altında yazan 4 satır yazıyla yok olmaya başlamıştı:
"Sana düşman bana düşman,
Düşünen insana düşman.
Vatan ki bu insanların evidir,
Sevgilim O'nlar vatana düşman"
12 Ocak 2011 Çarşamba
Kur masayı Madam Despina...
Hayatımız değişiyor.
Yok,bahsettiğim öyle "değişmeyen tek şey değişim,dünyaya iyi sinyaller at,sana iyilik olarak dönsün" gibi romantik bir düşünce değil.
Yaşamımızın,yaşadığımız toprakların genetik kodları değişiyor.
Daha doğrusu birileri değişsin diye uğraşıyor.
Üzerine doğduğumuz -herşeye rağmen iyi ki de öyle- toprakların binlerce yılda biriktirdiği, elleriyle yarattığı imbiklerde damıttığı kültürümüz bambaşka bir yere sürükleniyor. Üniversitede bir hocam kültür tanımı yaparken "herşey gittikten sonra geriye kalandır" demişti. Çok sevmiştim bu tanımı.Doğruluğunu sınamak çok kolaydı çünkü.Anadolu'nun yetiştirdiği binlerce ozanın,yazarın ve şairin altındaki yıkılmaz zemini çok güzel anlatıyordu.
Son günlerde şu Alkol Yönetmeliği tartışılırken,aklımın bir yerinde sürekli olarak o söz dolaşıyor.
"Herşey gittikten sonra geriye kalan kültürdür"
İşte o rahatlıkla söylüyorum,kültürümüzle oynuyorlar,genetik kodumuzu değiştirmeye çalışıyorlar diye...
Kaç yıl oldu hatırlamıyorum ama bir gün Muş Ovası'na yüksekçe bir tepeden bakarken,aşağı doğru uzanan iç içe geçmiş, topraktan yapılma boru benzeri bir şey görmüştüm.Bize mihmandarlık yapan kişiye ne olduğunu sorduğumda,"çok eskiden dağda Ermeniler şarap yapar,yukarıda ezdikleri üzümü aşağıda biriktirmek için kullanırlarmış"demişti.Muş şarabını ilk kez orada duymuş bir kaç yıl sonra Paris'te bir şarap müzesi gezerken de yüzlerce yıldır saklanan bir örneğini görmüştüm.Sanırım artık Muş'ta günah olduğu gerekçesiyle şarap yapılmadığını hatta yöre halkının şarap fabrikalarına gidecek diye üzüm yetiştirmekten bile vazgeçtiğini söylememe gerek yok!
Şimdilerdeyse bir hatta bir kaç adım daha ileri götürülüyor iş.
İyi de nerede kaldı bizim hoşgörümüz o zaman?
Hani yaratılanı hoş görüyorduk yaratandan ötürü?
Niye Avrupa'da adam "insan insanın kurdudur" derken Anadolu'da "insan insanın zehirini alır" denmiş öyleyse?
Çünkü artık "ya bendensin ya değilsin" dönemidir!
Tamam da,ya "benden olmak" tanımıyla "kültür" tanımı aynı değilse?
Ya,"herşey gittikten sonra geriye kalan","senden" olmamı engelliyorsa?
Ne olacak o zaman?
"Ya sev,katlan ya da terk et" mi denilecek?
Günlük yaşamın temel anahtarı helâl-haram dengesi mi olacak?
Çözüm olmaz ki!
Oradaki tanımımız da farklı çünkü.
Çünkü sen "yasak" diyorsun kafadan...
Ama "herşey gittikten sonra geriye kalan" Hayyam bana kılavuzluk ediyor ve aklımı çeliyor gülümseyerek...
"Demişler ki haram nedir bilmez Hayyam,
Ben haramla helâli karıştırmam.
Dostla içilen şarap helâldir,
Puştla içilen su bile haram"
Yok,bahsettiğim öyle "değişmeyen tek şey değişim,dünyaya iyi sinyaller at,sana iyilik olarak dönsün" gibi romantik bir düşünce değil.
Yaşamımızın,yaşadığımız toprakların genetik kodları değişiyor.
Daha doğrusu birileri değişsin diye uğraşıyor.
Üzerine doğduğumuz -herşeye rağmen iyi ki de öyle- toprakların binlerce yılda biriktirdiği, elleriyle yarattığı imbiklerde damıttığı kültürümüz bambaşka bir yere sürükleniyor. Üniversitede bir hocam kültür tanımı yaparken "herşey gittikten sonra geriye kalandır" demişti. Çok sevmiştim bu tanımı.Doğruluğunu sınamak çok kolaydı çünkü.Anadolu'nun yetiştirdiği binlerce ozanın,yazarın ve şairin altındaki yıkılmaz zemini çok güzel anlatıyordu.
Son günlerde şu Alkol Yönetmeliği tartışılırken,aklımın bir yerinde sürekli olarak o söz dolaşıyor.
"Herşey gittikten sonra geriye kalan kültürdür"
İşte o rahatlıkla söylüyorum,kültürümüzle oynuyorlar,genetik kodumuzu değiştirmeye çalışıyorlar diye...
Kaç yıl oldu hatırlamıyorum ama bir gün Muş Ovası'na yüksekçe bir tepeden bakarken,aşağı doğru uzanan iç içe geçmiş, topraktan yapılma boru benzeri bir şey görmüştüm.Bize mihmandarlık yapan kişiye ne olduğunu sorduğumda,"çok eskiden dağda Ermeniler şarap yapar,yukarıda ezdikleri üzümü aşağıda biriktirmek için kullanırlarmış"demişti.Muş şarabını ilk kez orada duymuş bir kaç yıl sonra Paris'te bir şarap müzesi gezerken de yüzlerce yıldır saklanan bir örneğini görmüştüm.Sanırım artık Muş'ta günah olduğu gerekçesiyle şarap yapılmadığını hatta yöre halkının şarap fabrikalarına gidecek diye üzüm yetiştirmekten bile vazgeçtiğini söylememe gerek yok!
Şimdilerdeyse bir hatta bir kaç adım daha ileri götürülüyor iş.
İyi de nerede kaldı bizim hoşgörümüz o zaman?
Hani yaratılanı hoş görüyorduk yaratandan ötürü?
Niye Avrupa'da adam "insan insanın kurdudur" derken Anadolu'da "insan insanın zehirini alır" denmiş öyleyse?
Çünkü artık "ya bendensin ya değilsin" dönemidir!
Tamam da,ya "benden olmak" tanımıyla "kültür" tanımı aynı değilse?
Ya,"herşey gittikten sonra geriye kalan","senden" olmamı engelliyorsa?
Ne olacak o zaman?
"Ya sev,katlan ya da terk et" mi denilecek?
Günlük yaşamın temel anahtarı helâl-haram dengesi mi olacak?
Çözüm olmaz ki!
Oradaki tanımımız da farklı çünkü.
Çünkü sen "yasak" diyorsun kafadan...
Ama "herşey gittikten sonra geriye kalan" Hayyam bana kılavuzluk ediyor ve aklımı çeliyor gülümseyerek...
"Demişler ki haram nedir bilmez Hayyam,
Ben haramla helâli karıştırmam.
Dostla içilen şarap helâldir,
Puştla içilen su bile haram"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)